Yazar: Melek Atalan

POSTS BY : Melek Atalan

İSTİNAF VE TEMYİZ YOLUNA BAŞVURU SINIRININ UYGULANMASINA İLİŞKİN MADDENİN İPTALİNE DAİR AYM KARARI

Anayasa Mahkemesi’nin 04.12.2024 tarihli kararıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Ek 1. Maddenin 2. fıkrasında alan hükmün Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiştir.

İptale konu HMK Ek Madde 1 hükmünün içeriğinde istinaf ve temyiz kanun yoluna başvuru sırasındaki parasal sınırlara ilişkin düzenleme mevcuttur.

Maddenin 1. fıkrasında parasal sınırların arttırılması, 2. Fıkrasında ise parasal sınırların uygulanmasında esas alınacak tarihe yer verilmiştir. Madde içeriğinde yer alan, 341. Madde İstinaf kanun oluna başvurulabilen kararları, 362. madde ise temyiz edilemeyen kararlara dair düzenleme yer almakta olup kısaca bu maddelerin içeriğine yer vermek gerekir ise;

İstinaf yoluna başvurulabilen kararlar başlıklı 341. Madde kapsamında;

– İlk derece mahkemelerinde verilen kararlardan manevi tazminat davalarında verilen kararlar hariç olmak üzere miktar veya değeri 3.000,00-TL geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararların kesin olduğu,
– Alacağın bir kısmının dava edildiği taktirde 3.000,00-TL kesinlik sınırının alacağın tamamına göre belirleneceği,
– Alacağın tamamının dava edilmiş olması durumunda ise kararda asıl talebinin kabul edilmeyen bölümü 3.000,00-TL geçmeyen tarafın istinaf yoluna başvuramayacağı hüküm altına alınmıştır.

Temyiz edilemeyen kararlar başlıklı 362. madde kapsamında ise;

– Miktar veya değeri 40.000,00-TL geçmeyen davalara ilişkin kararların kesin olduğu,
– Kira ilişkisinden doğan ve miktar veya değeri itibarıyla temyiz edilebilen alacak davaları ile kira ilişkisinden doğan diğer davalardan üç aylık kira tutarı temyiz sınırının üzerinde olanlar hariç olmak üzere 4’üncü maddede gösterilen davaların temyiz edilemeyeceği,
– Alacağın bir kısmının dava edilmesi halinde 40.000,00-TL kesinlik sınırının alacağın tamamına göre belirleneceği,
– Alacağın tamamının dava edilmiş olması hâlinde ise kararda asıl talebinin kabul edilmeyen bölümü 40.000,00-TL geçmeyen kararlara karşı temyiz yoluna gidilemeyeceği hüküm altına alınmıştır.

Ek 1. Maddenin 1. Fıkrasında, istinaf ve temyiz başvurularına dair parasal sınırların her takvim yılı başından geçerli olmak üzere, (Vergi Usul Kanunu’nun 298. Maddesi kapsamında Hazine ve Maliye Bakanlığınca) her yıl tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında artırılması hükmü mevcuttur.

Temyiz ve istinaf parasal sınırlarının yeniden değerleme oranında güncellenmesine dair bu hüküm ile, parasal sınırların enflasyon nedeniyle günün ekonomik şartlarına göre düşük kalmasının önlenmesi ve istinaf ve temyiz mercilerinin iş yükü azaltılarak yargılamaların daha hızlı bir biçimde sonuçlanmasının sağlanması amaçlanmaktadır.

Burada amaçlanan faydanın oldukça anlaşılır ve makul olduğu kuşkusuzdur. Nitekim yazımıza konu olan Anayasa Mahkemesi kararında Ek 1. Maddenin 1. Fıkrasına dair itiraz reddedilmiştir.

Ek 1. maddenin 2. fıkrasında ise, 341., 362. ve 369. maddelerdeki parasal sınırların uygulanmasında hükmün verildiği tarihteki miktarın esas alınacağı hükmü yer almaktadır. Diğer bir ifade ile parasal sınırların neye göre belirleneceğine dair hüküm 2. fıkrada yer bulmuştur. Bu hükme göre, hükmün verildiği tarihteki dava değerinin parasal sınırların altında kalmaması gerekmektedir.

Ek 1. maddenin 2. fıkrası yönünden yapılan yargılamada ise parasal sınırlar güncellenirken, yargılama süresince kayba uğrayan dava değerinin bu sınırların altında kalmasından dolayı hükmün üst kanun yoluna taşınamamasının;

Anayasa’nın 36. maddesi “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne ve Anayasa’nın 13. maddesi “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmüne aykırılık oluşturacağına karar verilmiştir.

Bunun anlamı, istinaf veya temyiz yoluna başvuruda, dava değerinin, hükmün verildiği tarihte geçerli olan parasal tutarların altında kalmaması şartı, kanun yoluna başvuru tarihinde sağlanmış olsa da, yargılamaların uzun sürdüğü durumlarda hükmün verildiği tarihte sağlanamayabilir.

Bu durum da, hükmün üst kanun yoluna taşınamaması ve dolayısıyla tarafların yargılamaya erişim hakkını, hükmün denetlenmesini talep hakkını ve aynı zamanda hak arama hürriyetini ölçüsüz bir şekilde sınırlayacaktır.

O halde, kanun koyucun yargılamanın usul ekonomisi gözetilerek makul sürede sonuçlandırılması, böylelikle de kamusal yararın sağlanmasını amaçlamakta ise de, amaçlanan bu toplumsal yarar ile davanın taraflarının kanun yoluna başvurmasından kaynaklanan menfaatleri arasında makul bir dengenin varlığı gerekmektedir.

Ancak ek 1. Maddenin 2. Fıkrası ile düzenleme bulan, parasal sınırların uygulanmasına dair hüküm, yargılamanın uzun sürdüğü durumlarda hükmün verildiği tarihten sonra parasal sınırların güncellenmesi nedeniyle daha sonra yeniden kanun yoluna başvurma imkanını ortadan kaldırabileceğinden, kişilerin hükmün denetlenmesini talep etme hakkını orantısız ve ölçüsüz olarak sınırlandırmaktadır. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi’nin 04.12.2024 tarihli kararıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Ek 1. Maddenin 2. Fıkrasında yer alan 341.madde ve 362. Madde ibaresinin, Anayasanın 13. ve 36. Maddelerine aykırı olduğu gerekçesi ile iptali gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Kararda ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nce verilen işbu iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlandığı gün olan 30.01.2025 tarihinden başlayarak 9 ay sonra yürürlüğe gireceği kararlaştırılmıştır.

Söz konusu yasal değişikliğin yürürlüğe gireceği ve uygulanmaya başlanacağı 31.10.2025 tarihinden itibaren mahkemelerce iş bu değişikliğin, dava tarihindeki yasal sınırlara göre uygulanacağı konusunda kesin bir açıklama ya da yargı kararı olmasa da, uygulamanın bu yönde şekil alacağına dair ön görüşler mevcut ise de, iş bu değişikliğin uygulamaya tam olarak nasıl yansıyacağı yürürlük tarihinden sonraki yargı kararları ile daha net ortaya çıkacaktır.

Av. Arb. Melek ATALAN
Staj. Av. Yiğit Yeşilyurt

KİRA BEDELİNİ FAZLA ÖDEYEN KİRACI İLE ÖDEMEYE SESSİZ KALAN KİRALAYANIN HUKUKİ DURUMLARI

Kira sözleşmesi akdedilirken taraflar, kira bedelini kendi serbest iradeleri ile belirleyebilirler. Belirlenen bu kira bedelinin her yıl yenilenen kira dönemlerinde belirlendiği şekilde kalması ekonomik koşullar göz önüne alındığında, azalan alım gücü ve rayiçlerdeki değişim nedeni ile uyuşmazlık yaşanmasına sebep olması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle taraflarca yenilenen kira dönemlerinde kira bedelinin ne olacağına dair TÜFE artış oranını geçmemek kaydıyla bir artış oranı belirlenmesi söz konusu olmaktadır.

Nitekim Türk Borçlar Kanunun 344/1. maddesinde; Taraflar arasında kira bedelinin belirlenmesi konusunda anlaşma varsa, kira bedeli anlaşmaya göre arttırılır. Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki (TÜFE) artış oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir.

Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılmamış olması da mümkün olup, bu durumda TBK 344/2. maddesi gereğince hakimin müdahalesinin talep edilmesi mümkündür.

Ancak taraflarca artış konusunda anlaşma yapılmış ya da yapılmamış olması, taraflar arasında kira bedelinin artış miktarını ve yeni kira bedelini belirlenmek konusunda fikir ayrılığına düşülmesine engel olmamaktadır. Zira yeni kira dönemi geldiğinde, sözleşmedeki artış oranından daha farklı bir hesaplama yaparak kira bedelinin belirlenmesi ve ödenmesi de sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Burada doğan ihtimaller daha çok, kiracının belirlediği kira bedelinin kiralayan için düşük olması ya da kiralayan tarafından belirlenen bedelin kiracı için yüksek olması çerçevesinde oluşmaktadır.

Taraflar arasında oluşan bu fikir ayrılığına göre Yargıtay belirlenen yeni bedel ve sözleşmenin tarafları yönünden ayrı değerlendirmede bulunmaktadır.

Kiraya veren bakımından kira bedelinin düşük belirlendiği ve ödendiği iddiasında yakın tarihli kararalarda; Yargıtay sözleşmeye katı bağlılık prensibi ilkesinden hareketle; taraflar arasındaki kira sözleşmesinde yer alan artış oranı uygulanmadan eksik olarak ödenen kira bedellerinin kiraya veren tarafından ihtirazı herhangi bir kayıt konulmadan kabulünün sözleşmeye katı bağlılık ilkesini ortadan kaldırmayacağını ve kiraya verenin bu eksik ödemeler hasebiyle geçmişe dönük eksik yatırılan kira bedellerini talep edebileceğini öngörmektedir.

Bu kapsamsa Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 2014/7219 E, 2014/10978 K, 14.10.2014 tarihli kararında; “… sözleşmenin özel şartlar bölümü 12. maddesinde kira parasının takip eden yıllarda ne şekilde arttırılacağı , açık ve belirgin şekilde düzenlenmiş olup, sözleşmenin tarafları bağlı oldukları sözleşme koşullarına uygun hareket etmek durumundadır. Davacı ise, tahliye tarihine kadar bu artış şartını uygulamadan kira paralarını sözleşmeyle belirlenen aylık 9.000 TL üzerinden ödemiştir.Sözleşmedeki artış koşuluna dayalı olarak alacak isteminde bulunan tarafa karşı sözleşme hükmünün değiştirildiğini ya da kendisi hakkında uygulanamayacağını ileri süren davacının bu iddiasını sözleşmenin bağlı olduğu şekle uygun şekilde başka bir delille kanıtlaması gerekir. Eksik ödenen kira paralarının çekincesiz tahsil edilmesi borçlu yararına hukuki sonuç doğurmaz. Bu nedenle Dairemiz 09.12.2013 gün ve 2013/ 12370 Esas 2013/16519 Karar sayılı kararı ile mahkemece davalının kira farkı alacağına yönelik isteminin değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiğine işaretle hükmü bozmuştur.”

Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2000/3-1847 E, 2001/20 K, 31.01.2001 tarihli farklı bir kararında; “….Mahkemece, kira sözleşmesinde kira parasının aylık 1250 DM. olarak kararlaştırıldığı , kira parasının Türk Lirasına çevrildiğine ilişkin bir sözleşmenin bulunmadığı, uzunca bir süre Türk Lirası olarak yapılan ödemelerin ihtirazı kayıt ileri sürmeksizin kabulünün sözleşmeye bağlılık ilkesini ortadan kaldırmayacağı ve aynı konuda kesin hükmün varlığı gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.” şeklinde iki ayrı hüküm kurulmuştur. Görüleceği üzere Yargıtay hem sözleşmede kararlaştırılan artış oranına aykırı olarak yapılan eksik ödemeler bakımından hem de sözleşmede yer alan ödeme şeklinden farklı olarak yapılan kira bedeli ödemeleri bakımından sözleşmeye katı bağlılık prensibine önem atfederek bu ilke kapsamında kiraya verence herhangi bir ihtirazı kayıt koymaksızın alınan eksik ödemelerin kiracı lehine sonuç doğurmayacağını, kiraya verenin geçmişe dönük olarak bu eksik ödemeleri talep edebileceğini hükme bağlamıştır.

Kiracı bakımından kira bedelinin yüksek belirlendiği ve fazladan ödendiği iddiasında yakın tarihli kararalarda; Yargıtay yine sözleşmeye katı bağlılık prensibinden hareketle; taraflar arasındaki kira sözleşmesinde yer alan kira artış oranından daha fazla bir artış uygulanarak belirlenen kira bedelinin kiracı tarafından herhangi bir ihtirazı kayıt koyulmaksızın ödenmesinin taraflar arasında bu bedel yönünden zımnen kabul edilmiş bir anlaşma olduğuna işaret etmediği gibi, rızası ile fazladan ödemede bulunan kiracı yönünden de sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre fazla kira bedelinin iadesinin talep edilemeyeceğini ifade etmektedir.

Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 2023/907 E, 2023/2083 K 28.03.2023 tarihli kararında;“…Davacı tarafça, davalının 2020 yılı kira bedelini aylık ….. TL ödediği dolayısıyla bu bedel üzerinden artış oranının hesaplanması gerektiği iddiasında bulunulmuş ise de; davalı tarafından ödenmesi gereken kira bedeli taraflar arasındaki yazılı kira sözleşmesi ve ek protokol ile yasal düzenlemeler çerçevesinde belirleneceğinden davalı kiracı tarafından 2020 yili kira bedeli olarak yatırılan miktarın hesaplanan değerden fazla olması, kira bedelinin tadil edildiği anlamına gelmeyeceği, davacı tarafça 2020 yılı kira bedelinin yatırılan miktar olarak belirlendiği yönünde davalı tarafın imzasını taşıyan yazılı bir belge ibraz etmediği gibi davalı tarafın bu yönde açıkça bir kabulünün de bulunmadığı gerekçesi ile davacının istinaf talebinin esastan reddine karar verilmiştir.”

Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2004/3-718 E, 2004/644 K, 31.03.2004 tarihli kararında; “Birden çok yılı kapsayan kira sözleşmelerinde her bir yılın kira bedeli açıkça gösterilmiş veya miktarının açıkça belirlenmesini sağlayacak artış kuralı getirilmiş ise, getirilen bu artış kuralına tarafların, sözleşmeye bağlılık kuralı gereği uymaları zorunludur. Sözleşmede artış kuralının varlığı halinde kiralayan, ihtar çekmeye gerek kalmaksızın o kira dönemi içinde kira parasının tespiti istemiyle mahkemeye dava açmak hakkına sahiptir. Kiralayanın bu döneme ilişkin kira paralarını kiracıdan ihtirazı kayıtsız almış olması da doğmuş ve varlığını sürdüren bu dava açma hakkının yitirilmesine neden olmaz. Olayda, taraflar arasındaki sözleşmenin özel şartlarında akdin yenilenmesi halinde kira artış oranı belirlendiğinden kiralayanın, ihtar çekmesine gerek kalmaksızın kira dönemi içinde dava açarak kiranın hükmen saptanmasını isteme hakkı vardır.”

Bunun yanında kiracının ödediği fazla kira bedelleri yönünden ise, ihtirazi kayıt ile ödemenin yapılmış ya da yapılmamış olması, ileride kiralayandan bu fazla ödemeye dair talepte bulunmasına etki etmektedir. Zira ihtirazi kayıt olmaksızın kira bedellerinin fazladan ödenmesi durumunda, TBK 78. Maddesi gündeme gelmektedir.

Türk Borçlar Kanunun Borçlanılmamış Şeyin İfası başlıklı 78/1. maddesinde ; “Borçlanmadığı edimi kendi isteğiyle yerine getiren kimse, bunu ancak, kendisini borçlu sanarak yerine getirdiğini ispat ederse geri isteyebilir. ” hükmü mevcuttur. Söz konusu madde, kira sözleşmesinin tarafı olan kiracının sözleşmeye göre daha az ödemesi gereken kira bedelini, kendi iradesi ve rızası ile daha yüksek belirleyip ödemiş olması durumunda, bu bedele ilişkin sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre talepte bulunamayacağına dair düzenleme içermektedir.

Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 2017/10772E, 2019/1567K, 26.02.2019 tarihli kararında; “ 6098 sayılı TBK’nın “Borçlanılmamış edimin ifası” başlıklı 78/1. maddesi “Borçlanmadığı edimi kendi isteğiyle yerine getiren kimse, bunu ancak, kendisini borçlu sanarak yerine getirdiğini ispat ederse geri isteyebilir…” şeklinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre; borç olmayan şeyin ödenmesi hâlinde, sebepsiz zenginleşmeye dayanılarak talepte bulunabilmesi için; borcun ifası amacıyla ödeme yapılması, gerçekte ödenmesi gereken bir borcun bulunmaması, ödemeyi yapan kimsenin yanılmak suretiyle kendisini borçlu sanarak ödemede bulunması gerekir. Somut olayda; müteahhit olan davacı, maliki bulunduğu taşınmaz ile davalılara ait komşu taşınmazı birleştirmek ve sonrasında daha büyük bir bina inşa edebilmek amacıyla, davalıların tarafı olduğu ortaklığın giderilmesi davası için yapılan giderleri karşıladığını, ayrıca davalılara kira yardımı yaptığını ileri sürerek eldeki davayı açmıştır. İddianın ileri sürülüş biçimine göre; davacı, davaya konu giderleri kendi amacı doğrultusunda karşılamıştır. Eş söyleyişle, davacının kendi isteğiyle karşılamış olduğu giderler nedeniyle davalıların bir sebepsiz zenginleşmesi bulunmamaktadır. Diğer taraftan, davacının satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilen taşınmazı satın alamamış olması da, dava konusu giderleri kendi iradesiyle ödediği gerçeğini değiştirmemektedir. ” şeklinde karar vermiştir.

Yargıtay 23. Hukuk Dairesinin 2014/8918E, 2015/5690K, 08.09.2015 tarihli kararında; “ Kendi iradesiyle davalı arsa sahiplerine kira bedeli ödemiş olup, karşı davalıların bir ihtarı, takibi ya da davası ile muhatap olmadan sözleşme hükmüne göre ödediği bu bedel, kendisini borçlu sanarak hata ile yapılmış bir ödemeye ilişkin olmadığından, bu bedelin istirdadını talep etmesinin mümkün olmadığı…“yönünde hüküm tesis etmiştir.

Yukarıdaki güncel Yargıtay içtihatlarında da görüldüğü üzere kiracının herhangi bir ihtırazı kayıt koymadan yaptığı fazla ödemeler konusunda da sözleşmeye katı bağlılık prensibi geçerlidir.Bu kapsamda kiracının ihtirazi kayıt olmadan kirayı fazla miktarda ödemesi, ileride sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre talepte bulunmasını haklı kılmayacağı gibi, kiraya verenin de bu ödemeyi hiçbir kayıt koşul ileri sürmeden kabul etmesinin ileride kira tespit davası açma hakkını yitirmesine neden olmayacaktır.

Av. Arb. S. Melek ATALAN
Stj. Av. Sıla Buse HAMİDİ

ANAYASA MAHKEMESİ İPTAL KARARI ve EVLİLİKTE ORTAK HAYATIN KURULAMAMASI KONUSUNDA SÜRE DEĞİŞİKLİĞİ

Genel boşanma sebepleri arasında yer alan evlilik birliğinin temelden sarsılması nedeniyle boşanma, Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 166. maddesinde düzenlenmiştir.

Evlilik birliğinin sarsılması başlıklı 166 . madde; Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir.

Yukarıdaki fıkrada belirtilen hâllerde, davacının kusuru daha ağır ise, davalının açılan davaya itiraz hakkı vardır. Bununla beraber bu itiraz, hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise ve evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmamışsa boşanmaya karar verilebilir.

Evlilik en az bir yıl sürmüş ise, eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi hâlinde, evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu hâlde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın malî sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Bu değişikliklerin taraflarca da kabulü hâlinde boşanmaya hükmolunur. Bu hâlde tarafların ikrarlarının hâkimi bağlamayacağı hükmü uygulanmaz.

(Değişik dördüncü fıkra:14/11/2024-7532/13 md.) Boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak bir yıl geçmesi hâlinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir.

Yazımızın esas konusunu oluşturan fiili ayrılığa dayalı boşanmaya ilişkin düzenleme yukarıda yer verildiği üzere, aynı maddenin 4. fıkrasında yer almaktadır. Bu maddenin amacı, fiilen sona ermiş olan evlilik birliğinin sona ermesine dair yasal sınırların çizilmesidir.

Ancak fiili ayrılığa dair kanunda öngörülen sürenin uzun oluşu öğreti ve uygulamada çeşitli eleştirilere konu olmuştur. Nihayetinde Ankara 18. Aile Mahkemesince, Türk Medeni Kanunu’nun 166. Maddesinin 4. fıkrasının iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne itiraz yoluna başvurulmuş, Anayasa Mahkemesi 2023/116 E. 2024/56 K. numaralı 22.02.2024 tarihli kararı ile süreye ilişkin düzenlemenin iptaline karar verilmiştir. (Yeni yasal düzenleme 19/04/2024 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmasından 9 ay sonra yürürlüğe girmiştir)

İptal kararının gerekçesine dair; boşanma davasının reddine ilişkin kararın kesinleşmesinden sonra üç yıl geçmesi gerekliliğiyle aile kurumunun ayakta tutulması hedeflenmiş ise de, boşanmanın önemli ölçüde güçleştirilmesi ve herhangi bir surette ortak hayata dönmek istemeyen tarafların makul olmayan süreler boyunca evli kalmaya zorlanmasının ailenin korunması ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilmiştir.

Bu bağlamda, iptal edilerek değiştirilen kanun maddesine dair değerlendirmelere yer vermek gerekir ise;

Kanun maddesinin temelinde yer alan “ailenin korunması ilkesi” yer almakta olup, aile, toplumu oluşturan en küçük yapı taşı veya toplumun çekirdeği olarak ifade edilmektedir. Bu nedenle topluma düzen ve sağlam bir yapı kazandırmanın ilk koşulu aileyi korumak, güçlü olmasını sağlamak olarak kabul edilmekte, aile birliğinin Anayasa ile koruma altına alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

Nitekim Anayasamızın Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları başlıklı 41. maddesine göre “Aile, Türk toplumunun temelidir. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.” hükmü mevcut olup, ailenin korunması için gerek toplumsal gerek ise devlet tarafından aile bağlarına ihtimam gösterilmesi gerekmektedir. Yine AYM kararında yer alan Anayasa maddesine dair Danışma Meclisinin kabul ettiği metnin gerekçesinde de; ailenin sosyal yapısının yanı sıra millet hayatında oynadığı rolün onun korunmasına yönelik bir hükmün Anayasa’da yer almasını zorunlu kıldığı, ailenin korunması fikrinin her şeyden önce 4721 sayılı Kanun anlamında evliliklerin kurulmasını yaygınlaştırmak ve kolaylaştırmak olduğu, nitekim medeni olmadan bir aileden bahsedilemeyeceği ve ailenin ahlaki bir çevre olduğu ifade edilmiştir.

Ailenin birliğine verilen bu önem, “aile hayatı” nın dikkatle ele alınmasını, bu kavramında içinde yer alacak veya yer almayacak durumların da özenle ayırt edilmesini gerekli kılmaktadır. Boşanma davasının reddi kararının kesinleşmesinden sonraki üç yıl boyunca ortak hayatın yeniden kurulamaması durumunda evlilik birliğinin temelinden sarsıldığının kabul ediliyor olmasıyla da, Türk toplumunun temeli olarak kabul edilen aile kurumunun ayakta tutulmasının hedeflendiğini söylemek mümkündür.

Ancak, korumaya ve varlığını güvence altına almaya bu derece önem verilen aile kurumunu korumak adına 3 yıl süre boyunca hukuken “eş olmak”, “nikahlı olmak” veya ”evlili olmak” sağlıklı ve güven içerisinde sürdürülemeyeceği anlaşılmış olunan evliliğin devam etmesi için yeterli olmamaktadır. Zira korunması amaçlanan “aile hayatı” içerisinde huzur, barış ve birlik duygusu olan bir işbirliğidir. Dolayısı ile AYM kararında da belirtildiği gibi, ‘ortak hayatın yeniden kurulamadığı hâllerde boşanma kararı verilmesine ilişkin şartların belirlenmesi kanun koyucunun takdirinde ise de orantılılık alt ilkesi gereğince kuralın boşanma kararı verilebilmesini önemli oranda güçleştirmemesi ve ortak hayata yeniden dönmek istemeyen ilgilileri makul olmayan süreler boyunca evlilik birliğini devam ettirmeye zorlamaması’ gerekmektedir.

Bu bağlamda içerisindeki bu temel değerleri yitirmiş bir yapının, 3 yıl gibi makul olmayan bir süre boyunca bağlı kalmak durumunda olması, AYM kararında da belirtildiği gibi ilgililere katlanamayacakları bir külfet yüklememeli, korunması amaçlanan aile yapısına ve devamında toplumsal huzura zarar vermemelidir.

Kaldı ki, boşanma davalarında yazılı yargılama usulünün uygulandığını göz önünde bulundurulduğunda da, açılmış boşanma davasının reddine karar verilmesiyle birlikte ret kararına karşı ilgililerin kanun yoluna başvurmaları mümkün olduğundan, kararın kesinleşmesinin kısa sayılmayacak bir süreyi alacağı ve bu sürenin de korunması amaçlanan aile kavramına zarar verebileceği tartışmasızdır.

Öte yandan yine AYM kararında belirtildiği üzere, evlilik birliğinin sona erdirilmesi özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkıyla da doğrudan ilgili olup, bu hakka sınırlama getiren düzenlemelerin, yine Anayasa’nın 13. Maddesi gereğince Anayasa’da öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekmektedir. Bu bağlamda da; aileyi korumak için, evlilik birliğinin temelinden sarsılmış sayılabilmesini 3 yıllık bekleme süresi şartına bağlayan kanun maddesinin makul olmadığı ve orantılı bir sonuç yaratmadığı, bu bağlamda özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına da orantısız bir sınırlama getirdiği kanaatine varılmıştır.

Tüm bu inceleme ve değerlendirmeler ışığında verilen karara istinaden 14/11/2024 tarih itibariyle ‘’Boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak bir yıl geçmesi hâlinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir.’’ hükmü yürürlüğe girmiştir. Bu bağlamda mevcut boşanma davalarında evlilik birliğini sona erdiren sebeplere ilişkin olarak mahkemece davanın reddine karar verilmiş ve söz konusu kararın kesinleşmiş olması durumunda, taraflardan biri 1 yıl boyunca ortak hayatın kurulamamış olduğunu ispat etmek suretiyle, TMK 166/4 maddesine dayanarak evlilik birliğinin sona erdirilmesini isteme hakkına sahip olmuştur.

Av.S. Melek ATALAN
Stj. Av. D. Yiğit YEŞİLYURT

İTİRAZIN İPTALİ DAVASI VE TAZMİNATLARI

Taraflar arasında çeşitli sebeplerden doğan alacak taleplerinde, alacaklı olduğunu iddia eden tarafın icra müdürlüğü aracılığı ile icra takibi başlatarak, alacağını tahsil yoluna gitmesi sıklıkla karşılaşılan bir yöntemdir. Alacaklı tarafından yöneltilen alacağını tahsil etme iradesi, icra dairesi tarafından ödeme emri düzenlenerek borçluya tebliğ edilmesi yoluyla yürütülmektedir.

Burada alacaklı olduğunu belirterek takip talebine girişmiş olan kişinin bu iddiası ve talebi, İcra İflas Kanunu ve diğer yasal mevzuata göre işleme konulmuş olsa dahi, her durumda alacaklının haklı ya da alacaklı olduğu sonucuna ulaşmak doğru olmamaktadır. Bu bağlamda borçluya ulaşan ödeme emrinin, borçlu tarafından haksız ve hatalı görülerek itiraza konu edilmesi mümkündür. Bu itirazın, borçluya tebliğ edilen ödeme emrinin tebliğinden itibaren 7 gün içerisinde yapılması gerekmekte olup, borçlunun ödeme emrine bu süre içerisinde itiraz etmesiyle birlikte icra takibi durmaktadır.

Bu durumda, alacağını tahsil etme iradesi ortaya koymuş olan alacaklının duran icra takibine devam edebilmesi için iki yol vardır:

1) İtirazın iptali davası

2) İtirazın kaldırılması davası

Yazının konusu olan itirazın iptali davası ve tazminatlarına dair değerlendirmeye yer vermeden evvel, kısaca itirazın kaldırılması davası için önem arz eden kurala yer vermek gerekir ise;

İtirazın kaldırılması davası,  İİK 68/1. maddesinde belirtilen belgelerden birine sahip olunması durumunda, açılması uygun görülen ve hukuki sonuç alınması mümkün olan bir davadır. İİK 68/1. maddesinde sayılmış olunan bu belgelerin detaylarına bu yazımızda yer vermemekle birlikte, diğer kanunlarda da bu kapsamda sayılan belgeler olduğunu ve bu davayı açmadan önce mevcut olan belgelerin dikkatle incelenmesinin faydalı olacağını belirtmekte fayda görmekteyiz.

Alacaklı tarafından, borçlunun itirazı ile duran takibin devam edebilmesi için başvurabileceği diğer yol olan itirazın iptali davasına ilişkin olarak ise;

İcra takibinin alacaklısı tarafından, takibe itiraz etmiş olan borçluya karşı, bu itirazın iptali için 1 yıllık süre içerisinde davası açılması mümkündür. Borçlu tarafından gerçekleştirilen  itirazın alacaklıya tebliğ tarihinden itibaren 1 yıl içinde açılmaması veya kısmen açılıp, kalan miktara ilişkin olarak bu 1 yıllık sürede ıslah yapılmaması durumunda, dava edilmeyen alacağa dair icra takibi düşerek ortadan kalkacaktır. Ancak takibin düşmesi, alacaklının genel mahkemelerde alacak davası açma hakkını ortadan kaldırmayacağı için, zamanaşımı süresi içerisinde alacak davası açılmasının mümkün olduğunu belirtmekte fayda vardır.

İtirazın iptali davasında yapılan yargılamanın çeşitli şekillerde sonuçlanması mümkündür.

Mahkemece alacaklının, alacak iddiasının haklı olmadığı kanısına varılırsa, dava reddedilmekte ve bu kararın kesinleşmesiyle birlikte borçlunun itirazı ile duran icra takibi de iptal edilerek, davacı olan alacaklının takip konusu alacağının mevcut olmadığı kesin hüküm olarak tespit edilmiş olmaktadır.

Bu hüküm ile alacağın olmadığında dair sonuca varılmış olmakla birlikte, Mahkeme alacaklının kötüniyetle icra takibinde bulunduğu ve itirazın iptali davası açtığı kanısına varırsa (borçlunun da cevap dilekçesinde açıkça istemiş olması şartıyla) alacaklıyı (haksız takip) kötü niyet tazminatı ödemeye mahkum edebilmektedir. Burada hükmedilen kötü niyet tazminatının reddolunan alacak miktarının %20’sinden az olamayacağı kanun koyucu tarafından belirlenmiş olup, uygulamada bu oranın mahkemelerce %40 olarak takdir edildiğini belirtmekte de fayda vardır. Ancak, borçlu lehine kötüniyet (haksız takip) tazminatına hükmedilmesi için borçlu tarafından alacaklının kötü niyetli olduğunu ispat edilmesi gerekli ise de, alacağın likit (belirli) olması şart değildir.

Öte yandan ihtimal olan davanın kabulü halinde ise, hükümle borçlunun takibi durdurmuş olan  itirazının iptaline karar verilecek, bu kararın alacaklı tarafından, durmuş olan icra takibi dosyasına sunulması ile takip devam edecektir. Bu kararda ayrıca, alacaklı tarafından davada talep edilmesi , itirazın haksız olduğunun kanıtlanması ve itiraz edilen borcun miktarının belirli (likit) olması gibi şartların bulunması durumunda, borçlunun reddolunan alacak miktarının %20’sinden az olamayacak şekilde icra inkar tazminatı ödemesine karar verilmektedir. Tazminatı belirleyen oran kanun koyucu tarafından en az değer olarak belirlenmiş olup, uygulamada bu oran da mahkemelerce %40 olarak takdir edilmektedir.

İcra inkar tazminatına hükmedilmesi için alacağın likit olması koşulu olmasının sebebi; borçlunun itiraz ettiği alacağın likid (belirli) olması durumunda, borçlunun belirli olan borcunu bilmesine rağmen itiraz etmesinin haksız kabul edilmesidir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14.6.2006 tarih, 19-347/377sayılı kararında; “…Gecikme faizi, tarafların serbest iradeleriyle belirlenmiştir. Alacak, baştan bilinebilir (likit) nitelikte olduğundan, davacı yararına icra inkar tazminatına da hükmedilmelidir. “ hükmü verilmiştir.

Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 14.2.2005 tarihli, 11877/1110 sayılı kararında da yer verildiği üzere; “…Dava; fuzulen ödenen aylıklarının ferileriyle birlikte tahsili için borçlu aleyhine girişilen icra takibine, borçlunun vaki itirazının iptali ile icra takibinin devamına ve borçlunun yüzde 40 icra inkar tazminatı ile sorumlu tutulması istemine ilişkin olup, takip konusu alacağın likit, yani belirgin olması, başka bir anlatımla hak etmediği aylıkları her ay kendisine ödenen borçlunun herhangi bir hesaplamaya gerek olmaksızın yalnız başına borç miktarını bilebilecek durumda olması karşısında borçlunun icra inkar tazminatı ile sorumlu tutulmasına karar verilmesi gerekir…” hükmü mevcuttur.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 9.12.2004 tarih, 1001/12410 sayılı kararında ise; “…Dava dilekçesinde faizin nevi belirtilmeden yüzde 60 oranında istenmiş olması nedeniyle mahkemenin yüzde 60 oranını aşmayacak şekilde artan ve eksilen oranlar nazara alınmak üzere yasal faize hükmedilmesinde usul ve yasaya aykırılık bulunmamasına, alacağın belirlenebilir ve bu nedenle de likit bulunması nedeniyle icra-inkar tazminatına karar verilmesinin doğru görülmesine, kararın bu nedenle davacı yararına bozulmasına” yönünde hüküm tesis edilmiştir.

Ayrıca Yargıtay 13. HD 24.11.1998 tarihli, 8981/9346 sayılı ve 13. Hukuk Dairesinin  2.3.2006 tarihli, 15627/2784 sayılı kararlarında da aynı yönde hükümler verilmiştir.

Av. Arb. Melek Atalan

Stj. Ahsen Vurucu

GEREKÇELİ KARARDA KANUN YOLUNUN HATALI GÖSTERİLMESİ DURUMUNDA YAPILACAK HUKUKİ DEĞERLENDİRME

Mahkeme yargısına başvurulan bir uyuşmazlıkla ilgili olarak, yargılama sonucunda verilen hükmün dayanaklarını ve detaylarını içeren haline gerekçeli karar adı verilmektedir. Anayasanın 141. Maddesi gereğince mahkeme kararlarının gerekçeli olması zorunludur. Bu gerekçe, davaya konu uyuşmazlık ile mahkemenin verdiği karar arasında bağın kurulmasını sağlamaktadır. Kararda ayrıca tarafların bilgileri, dosyadaki deliller, yapılan yargılama giderleri ve iadesi gibi detaylara yer verildiği gibi tarafların başvurabilecekleri üst kanun yolları ve süresine de yer verilmektedir.

Ancak son yıllarda verilen pek çok gerekçeli kararda, söz konusu karara karşı başvurulabilecek üst kanun yollarına ilişkin süre veya mercii konusunda hataya düşüldüğü gözlenmektedir. Bu sebeple, hukukçular arasında bu tür hataların hak kaybı yaratıp yaratmayacağı tartışması doğmuştur.

Bu konuda Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/729E. 2020/2173K. sayılı ve 10.03.2020 tarihli kararında; ilk derece mahkemesinin kısa ve gerekçeli kararında, istinaf kanun yoluna başvuru süresinin 15 gün olarak belirtilmiş ve gerekçeli kararın davalı vekiline 28/03/2017 tarihinde tebliğ edilmiş olması ve davalı vekili tarafından mahkemece belirtilen 15 günlük sürenin son gününde, ancak yasayla düzenlenen iki haftalık süre geçtikten sonra, 12/04/2017 tarihinde kararı istinaf edilmiş olması durumunda; başvurucuların gerekçeli kararda belirtilen süreye güvenerek hareket etmesinin makul görülebileceği, mahkemenin kanun yolunu ve süresini taraflara doğru gösterme yükümlülüğü dikkate alındığında, temyiz süresinin mahkeme kararında farklı belirtilmiş olması karşısında, kanunda belirtilen süre olduğu kabul edilerek, dilekçenin reddine karar veren değerlendirmelerin, mevzuat hükümleri çerçevesinde ve öngörülebilirlik sınırları içinde olduğunun kabul edilemeyeceği, yapılan yorumun başvurucuların temyiz hakkını kullanmayı imkânsız kılacak ölçüde ve aşırı şekilci bir yaklaşımla elde edildiği, bu açıdan kararın, başvurucuların mahkemeye erişim hakkını zedelediği sonucuna ulaşarak, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Her ne kadar bu yönde verilmiş bir Yargıtay kararı olsa da;

Yargıtay 9. ve 11. Hukuk Dairelerinin:

  • Kanun yolu süreleri kesin ve hak düşürücü nitelikte olup, hakimin bu süreleri artırma veya eksiltme yetkisi yoktur.
  • Hatalı süreye göre yapılan başvurular esastan incelenemez, bu nedenle içtihatların bu yönde birleştirilmesi gerekir.

Yargıtay 2., 3., 8., 10. ve (kapatılan) 20. Hukuk Dairelerinin:

  • Anayasa’nın 36. ve 40. maddeleri ile 6100 sayılı HMK’nın 297. maddesi gereğince, mahkemeler kanun yolu ve süresini doğru göstermelidir.
  • Hatalı süre nedeniyle başvurunun reddi, mahkemeye erişim hakkını kısıtlar ve adil yargılanma hakkını ihlal eder.
  • Hatalı bildirilen süre içinde yapılan başvuruların esastan incelenmesi gerekir.

Yönünde farklı görüşler olması ve içtihat birliğinin sağlanamaması sebebiyle, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu’nca;  gerekçeli kararlarda hatalı yazılan istinaf/ temyiz yolu ve sürelerine ilişkin tereddüt ve belirsizlikleri gidermek adına 2021/5 E. 2023/2 K sayılı ve 22.10.2021 tarihli karar alınmış ve 14.09.2023 tarih ve 31686 sayılı Resmi Gazete’ de yayımlanmıştır.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu kararında;

‘’Karara konu başvuruda hukuk davalarında, hükümde kanun yolu süresinin hatalı gösterilmesi durumunda, hatalı gösterine kanun yolu süresine göre yapılan kanun yolu başvurusunun incelenip incelenemeyeceği hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 1. Hukuk Dairesi, 9.Hukuk Dairesi, 11. Hukuk Dairesi ve (Kapatılan) 20. Hukuk Dairesinin kararı ile 2. Hukuk Dairesi, 3. Hukuk Dairesi, 8.Hukuk Dairesi ve 10. Hukuk Dairesinin kararları arasında görüş ve uygulama farklılığı bulunduğunu belirterek içtihatların birleştirilmesini talep etmiştir….

…Yargıtay Büyük Genel Kurulu konusu kesin nitelikte olan kanun yoluna başvuru süresi hakkında mahkemece hatalı karar verilmesine ilişkin olan içtihadı birleştirme kararında özetle:

Devletin ,hukuk devleti olmanın bir gereği olarak, hem hak arama özgürlüğünün ve dolayısıyla dava hakkının etkin bir biçimde kullanılmasını sağlamak hem de bu özgürlüğün ve hakkın kullanılacağı mekanizmaları oluşturmakla yükümlü olduğu,

Anayasa’nın 36, 40/2 ve 6100 sayılı Kanun’un 297. maddelerinde yer alan düzenlemeler  dikkate alındığında, mahkemelerin kararlarında ilgililere başvurulabilecek kanun yollarını, başvuru mercilerini ve başvuru sürelerini sadece göstermeleri yeterli olmayıp, aynı zamanda doğru olarak göstermeleri de anayasal ve yasal bir gereklilik olduğu,

Özellikle mahkemelerin kanun yolu süresini taraflara doğru gösterme zorunluluğu gözetildiğinde, kanun yollarına başvuru süreleri kesin ve hak düşürücü nitelikte olmasına karşın bu sürenin hükümde hatalı gösterilmesi durumunda, oldukça katı ve şekilci bir uygulanması mahkeme kararına güvenerek kararda gösterilen süre içinde kanun yoluna başvuran tarafın hak kaybına sebep olacağı ve aynı zamanda kanun yollarının amacına da uygun düşmediği,

Kesin sürenin değiştirilemeyeceği kuralının bertaraf edilmesi ya da kanun yolu süresinin değiştirilmesi süz konusu olmadığı gibi hakimin kesin süreyi arttırması da söz konusu olmayıp hata sonucu süreyi yanlış bildirip tarafları yanıltması durumunun mevcut olduğu,

Kanun yolu süresinin daha uzun gösterilmesi halinde, hatalı gösterilen süreye uyularak yapılan kanun yolu başvurusunun adil yargılanma hakkı ve mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirilerek süresinde yapıldığının kabul edilmesi gerekliliği,

Hatanın mevzuatta farklı kanunlarda birbirinden farklı kanun yolu sürelerinin bulunması nedeniyle ve yine kanunlarda öngörülen süreler kapsamında olacağının pek tabii olduğu,

Kanunlarda hiç yer almayan uzunluktaki bir sürenin hükümde gösterilmesi mahkemelerden beklenemeyeceği gibi hiç düzenlenmemiş uzunluktaki bir süre, yanılgı sonucu hükümde kanun yolu süresi olarak yazılmış olsa dahi, bu süre içerisinde yapılacak başvurunun süresinde kabul edilmesi söz konusu olmadığı belirtilmiştir.

İşbu gerekçelerle hukuk davalarında, hükümde kanun yolu süresinin hatalı gösterilmesi halinde, hatalı gösterilen kanun yolu süresinin içerisinde kanun yolu başvurusunun incelenmesi gerektiğine, 28.04.2023 tarihinde yapılan üçüncü toplantıda oy çokluğu ile karar verilmiştir.

İçtihadı birleştirme kararları konulan ile sınırlı olsa da gerekçelerin yol gösterici mahiyette olması nedeniyle, kararda hakimin miktar itibariyle kesin olan ya da kanun kapalı tutulan bir karar hakkında hatalı şekilde açık olacak şekilde karar vermesi de değerlendirilmiştir. Bu durumda hangi kararların kanun yolu denetimi dışında tutulacağı, hakkın kısıtlanması niteliğinde ve kamu düzenine ilişkin olduğundan, Anayasa’nın 11. maddesindeki ölçütler esas alınarak kanuni düzenlemeler ile belirlenmektedir. Bu itibarla, kanun hükmü gereği kesin olan ve taraflara kanun yoluna başvuru hakkı tanınmayan bir konuda, mahkemenin yanılgılı böyle bir hakkı tanınması söz konusu olamayacağı…’’

yönünde hüküm verilmiştir.

Bu karar ile, Devletin, hukuk devleti ilkesi gereği hak arama özgürlüğünü etkin kılmakla yükümlü olduğu, mahkemelerin, kanun yolu ve süresini doğru göstermesi gerektiğini fakat hatalı gösterimden kaynaklanan başvuruların reddinin hak kaybına ve şekilci bir uygulamaya yol açacağı ortak kanaatinde fikir birliğine varılmıştır. Bu kanaatin getirmiş olduğu hukuki sonuç ise, kanun yolu süresinin yanlış belirtilmesi durumunda, bildirilen süre içinde yapılan başvurular süresinde kabul edileceği, ancak, aşırı uzun ve mevzuatta olmayan bir süre gösterilmesi durumunda bu geçerli sayılmayacağıdır. Öte yandan, kanunen kesin olan bir konuda mahkemenin hatalı şekilde kanun yolunu açık göstermesi durumunda,  bu hata kanun yolu hakkı tanımayacaktır.

Stj. Av. Alperen Bektaş

Av. Arb. Melek Atalan

KİRA SÖZLEŞMESİNİN TARAFI OLMAYAN VE KİRALANANI KULLANAN 3. ŞAHSIN HUKUKİ DURUMU

Kira sözleşmeleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu dördüncü bölümünde 299-378. maddeleri arasında düzenlenmekte olup, 299 maddesinde tanımı şöyle yapılmaktadır: ‘’ Kira sözleşmesi, kiraya verenin bir şeyin kullanılmasını veya kullanmayla birlikte ondan yararlanılmasını kiracıya bırakmayı, kiracının da buna karşılık kararlaştırılan kira bedelini ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.’’ Kira sözleşmelerinde taraflar, kiraya veren, kiracı ve bazı durumlarda da alt kiracı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada alt kira sözleşmesine de değinmek gerekmektedir. Alt kira, kısaca kiralanan bir yerin kullanım hakkının üçüncü bir kişiye devredilmesi işlemidir. TBK 322. maddesinde ‘’kiracı kiraya verene zarar verecek bir değişikliğe yol açmamak koşuluyla, kiralananı tamamen veya kısmen başkasına kiraya verebileceği gibi, kullanım hakkını da başkasına devredebilir.’’ düzenlemesi mevcuttur.

Ancak konut ve çatılı işyeri kiralamalarında söz konusu devrin hukuka uygun şekilde yapılabilmesi için, kiraya verenin yazılı rızasının varlığı önemli ve gereklidir. TBK m.322/2 maddesi gereğince, konut ve çatılı işyeri kiralarında kiraya verenin yazılı rızası olmadıkça, kiralananı başkasına kiralayamayacağı gibi, kullanım hakkını da devredemez.

Yine TBK 323. Maddesi gereğince,  kiracı, kiraya verenin yazılı rızasını almadıkça, kira ilişkisini başkasına devredemez. Bu madde hükümlerinden de anlaşıldığı üzere, kiraya verenin yazılı rızası alınmadıkça kira ilişkisi devredilemeyeceği öngörülmüştür.

O halde konut ve çatılı işyeri kiralamalarında, kira sözleşmesinde yazılı şekilde aksi öngörülmemiş ise,  kiralayan ile kurulmuş olan kiracılık ilişkisinin keyfiyetle bir başkasına devri ya da alt kiracı ilişkisi kurulması hukuken uygun değildir.

Ancak günümüzde kiralanan konutta kiracı ile birlikte yaşayan şahısların, ilerleyen dönemde kiracının yerine geçtikleri ya da alt kiracı gibi ilişkiyi sürdürdükleri görülmektedir. Bu durumdan kiralayanın haberinin olmaması ve rızasının da yazılı şekilde ortaya konulmamış olması kurulan bu ilişkiyi hukuka aykırı hale getirmektedir. Bu noktada belirtmek gerekir ki; kiralayanın açık şekilde yazılı rızasının olması kanunun koyucunun aradığı bir şart olduğu için kiralayanın örtülü veya zımni rıza verdiği savunması haklı kabul edilmeyecektir.

Bu durumda kiracı ve 3. şahıslarla kurulan hukuki ilişki farklılık arz etmektedir. Kiracı sözleşmeye ve kanuna aykırı şekilde hareket etmekten dolayı, kira akdine aykırılıktan sorumlu tutulacaktır. Yani kiralayan kiracı arasındaki kira sözleşmesine istinaden TBK 316. Uyarınca, kira sözleşmesine aykırı kullanımdan doğan haklarını ileri sürebilecektir. TBK 316. Maddesine göre; “Kiracı, kiralananı, sözleşmeye uygun olarak özenle kullanmak ve kiralananın bulunduğu taşınmazda oturan kişiler ile komşulara gerekli saygıyı göstermekle yükümlüdür. Kiracının bu yükümlülüğüne aykırı davranması durumunda kiraya verenin  (konut ve çatılı işyeri kiralarında) yazılı ihtarda bulunması gerekmektedir.” Kanun maddesi gereğince, bu ihtarda, kiralayanın, kiralananı sözleşmesine aykırı şekilde kiraya vermiş olduğu ancak, kiralanan evde başkasının oturmasına rıza gösterilmediği, sözleşmeye aykırı olan bu durumun sonlandırılması için en az 30 günlük bir süre verildiği aksi takdirde sözleşmeyi feshedeceği belirtilmelidir.

Yargıtay 3.Hukuk Dairesi 24.06.2010 Tarih ve 2010/2740 E. 2010/7880 K. Sayılı kararında da: “Öte yandan davacı kiralayan kiralananın sözleşmeye aykırı olarak bir başkasına devredildiğinden söz ederek kiralananın tahliyesini istemiştir. Ne var ki davacı tarafından davalıya tebliğ edilen ihtarnamede yukarıda açıklanan şekilde akde aykırılığın giderilmesi için bir süre verilmemiştir. Süreli ihtar gönderilmeden akde aykırılık nedeni ile açılan davanı dinlenme olanağı yoktur. Bu nedenle davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir…”  bu konuya ışık tutmaktadır.

Verilen bu süre içerisinde sözleşmeye aykırı şekilde kurulmuş olan alt kira ilişkisinin sonlandırılmaması durumunda ise, sözleşmenin feshedilmesi, dava yoluyla kiralananın tahliyesinin talep edilmesi mümkündür.

Bu noktada belirtmek gerekir ki; söz konusu ihtar kiracı sıfatını taşıtan tarafa gönderilecek olan, kira ilişkisine dayalı hazırlanmış olan bir hukuki metindir. Söz konusu metnin tarafı, kira sözleşmesi olmaksızın kiralananda oturmakta olan 3. Şahıs değildir. Zira bu şahsın, kiraya veren ile arasında hukuka uygun şekilde kurulmuş bir kira ilişkisi mevcut olmadığından, kiraya veren yönünden 3. Şahıs hukuken işgalci durumu kabul edilmektedir. Kiraya verenin, işgalci olarak kabul edilen 3. Şahsa karşı ihtar yoluyla tahliye talep etmesi ise hukuken aranılan bir koşul değildir. Bu durumda, kiralayanın, işgalci konumunda olan 3. Şahsa karşı, el atmanın önlenmesi ve ecrimisil davası açması hukuken uygun kabul edilmektedir.

Nitekim Yargıtay 3.Hukuk Dairesi 27.09.2017 Tarih ve 2017/4692 E. 2017/12798 K. Sayılı kararında da: “Türk Borçlar Kanununun 323. Maddesinde kiracının, kiraya verenin yazılı rızasını almadıkça, kira ilişkisini başkasına devredemeyeceği hükmü düzenlenmiş olup, yine Türk Borçlar Kanununun 322/2. Maddesinde kiracının, konut ve çatılı işyeri kiralarında, kiraya verenin yazılı rızası olmadıkça, kiralananı başkasına kiralayamayacağı gibi, kullanım hakkını da devredemeyeceği belirtilmektedir. Davalılardan müteselsil kefil B., cevap dilekçesi ile kiralananda sözleşmenin en başından beri diğer kiracı ile birlikte oturmakta olduğunu iddia etmektedir. Bu durumda Mahkemece; davalılardan B. ile ilgili delillerin toplanarak taşınmazı kiracı sıfatı ile kullanmasına davacı kiraya verenin yazılı rızası bulunup bulunmadığının araştırılması, kiraya verenin yazılı rızasının bulunmaması halinde ilgili davalının fuzuli şagil olduğunun kabulünün gerekeceği, bu durumda da Türk Borçlar Kanunu’nun 316.maddesinde belirtilen otuz gün süreli eski hale getirme ihtarnamesinin sadece kiracılara gönderilmesi gerekeceğinin belirtilmesi karşısında, kiralananı fuzuli işgal eden davalı için ihtar gönderilmeden tahliye istenebileceği gözetilerek bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde eksik araştırma ile istemin reddine karar verilmesi doğru değildir…” yönündeki kararı da önemli bir emsal değeri taşımaktadır.

Bu bağlamda, konut veya çatılı işyerlerinin alt kira sözleşmesi/kira sözleşmesinin devri anlaşmasına konu edilebilmesi için, kira sözleşmesinde ya da taraflar arasında sonradan akdedilen ayrı bir anlaşmada yazılı olarak karara bağlanmış olması şarttır. Aksi durumda, kiralayanın sessiz kalmış, bildiği ve kabul ettiği var sayılmış ya da örtülü şekilde rıza göstermiş olması, bir alt kira sözleşmesi ya da kira sözleşmesinin devri anlaşmasının (hukuken geçerli şekilde) kurulduğu ve 3. Şahsın da alt kiracı/kiracı olarak kabul edileceği anlamına gelmemektedir.

Av.MELEK ATALAN

 

MÜLKİYET HAKKI BAĞLAMINDA “NEMALANDIRMA” GEREKLİLİĞİ

Anayasa Mahkemesinin 19.10.2023 tarihli ve 2018/17652 başvuru numaralı kararı ile; başvurucu tarafından yatırılan ön alım bedelinin (6 yıllık) yargılama süresi içinde nemalandırılmamış olmasından kaynaklanan, bedeldeki değer kaybının, hak sahibi yönünden mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurduğuna hükmedilmiştir. (Söz konusu karar 25 Ocak 2024 tarihli 32440 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.)

Bu sebeple söz konusu karara yer vermek suretiyle, Mahkeme’nin bu konuya bakış açısına dair değerlendirme yapmak gerekir ise; yargılamaya konu davada “ön alım” hakkından kaynaklanan bir uyuşmazlık söz konusudur. Başvurucunun iddiası, satın aldığı taşınmaza ilişkin ön alım hakkı sahibi olduğunu ancak bu hakkını kullanmaması için satış bedelinin muvazaalı şekilde belirlendiğini iddia ederek tapu iptali davası açmıştır. Söz konusu davanın yargılama süresin içinde dava konusu ön alım bedeli mahkeme nezlinde depo edilmiştir. 3 yıl süren yargılama sonucunda kararın kesinleşmesi akabinde başvurucuya teslim edilmiş olan bu (depo edilen) bedel ciddi oranda değerini yitirmiştir. Bu noktada da, devletin önleyici tedbirler alması ya da oluşan zararı giderici çözümler üretmesi gerekliliği doğmuş olmakla, Anayasa Mahkemesine başvuru gerçekleştirilmiştir.  

Anayasa Mahkemesi bu başvuruya istinaden; başvurucunun alacağının, yargılama süresi içinde enflasyona bağlı şekilde değer kaybına uğramasında başvurucunun herhangi bir sorumluluğunun olmadığı, bununla birlikte, mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülük gereğince bedelin nemalandırılmasının gerekli olduğu değerlendirmesinde bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi 05.04.2023 tarihli bir diğer kararında da; 492 sayılı Harçlar Kanunun 36/1. Maddesinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile iptaline hükmetmiştir. Söz konusu madde hükmüne göre; mahkemeler, hâkimler, Cumhuriyet savcıları ve icra iflas dairelerinin ortaklığın giderilmesi neticesinde tahsil edilen para, tereke parası ve kısıtlı veya gaibe ait paralar hariç- kendilerine tevdi edilen paraları bankaya yatırmaları durumunda, bu paraların bankaya yatırılmasından dolayı elde edilen nemanın devlete ait olması öngörülmüştür. Kararın içeriğinde yer alan şu değerlendirme oldukça önemlidir.

“..Paranın bir başkasına kullandırılması karşılığında elde edilen menfaatler onun semeresi mahiyetindedir. Dolayısıyla paranın başkasına kullandırılması sonucu hasıl olan semerelerden yararlanma yetkisi de paranın malikine aittir. Bankaya yatırılan paranın mahkemeler, hâkimler, Cumhuriyet savcıları ve icra iflas dairelerinin kontrolünde bulunan bir para olması ve bu paranın anılan otoritelerce bankaya yatırılması, elde edilen nemadan yararlanma hakkının paranın malikine ait olduğu kuralını değiştirmez. Bununla birlikte itiraz konusu kural, özel kişilere ait olup mahkemeler, hâkimler, Cumhuriyet savcıları ve icra iflas dairelerine tevdi edilen paraların bankaya yatırılması sonucu elde edilen faiz, ikramiye ve diğer menfaatlerin bankaya yatırılan paranın sahibi olan özel kişilerin yerine devlete ait olmasını öngörmek suretiyle mülkiyet hakkını sınırlamaktadır…”

Anayasa Mahkemesi her iki kararlarında da dikkate alınması gereken bir konuya dikkati çekmiştir.

Günümüzde ülke ekonomisi hızlı değişiklikler göstermekte, para değerindeki azalmaların faiz oranları ile de karşılanamaması sebebiyle paranın alım gücünde her geçen gün ciddi düşüş yaşanmaktadır.  Böyle bir ortamda, parasal değerlerin yargısal amaçlarla depo edilmesi doğal olarak hak sahiplerinin aleyhine sonuçlar yaratmaktadır. Yukarıda yer verilen her iki karar da bu bağlamda yapılan değerlendirmeler içermektedir. Kararların temelinde, Anayasal bir hak olan mülkiyet hakkı bulunduğu için, pek çok dava ve icrai işlemde söz konusu karara atıfta bulunmak mümkündür.

Öyle ki, pek çok alacak uyuşmazlığı icra müdürlüklerinde başlatılan takiplerine ya da alacak davalarına konu edilmekte, yargılama süreçleri sırasında tarafların uyuşmazlığa konu alacaklarının İcra Müdürlüklerinde ya da Mahkeme veznesinde depo edilmesi söz konusu olmaktadır. Yargılama sürelerinin uzunluğu dikkate alındığında, tarafların kusurunun olmadığı bu durumdan, nihayetinde alacaklı çıkacak olan tarafın zarar görmesi hakkaniyetli ve adil değildir.

Nihayetinde bu durum, devletin temel bir hak olarak mülkiyet hakkını, ekonomik değer taşıyan tüm malvarlığı değerleri yönünden koruması gerekliliğini doğurmaktadır.  Nihayetinde, paranın ciddi şekilde değer kaybettiği böyle bir ortamda, çeşitli yasal sebeplerle depo edilen paraların malvarlığı değerlerinin korunması devletin sorumluluğundadır. Devletin bu noktada pozitif yükümlülüğü olduğu Anayasa’nın 35. Maddesi bağlamında tartışmasızdır.

Aksi halde, “bireyin kendi başına hak arama yollarının kural olarak kapalı olduğu, sadece Devlet aracılığıyla gerçekleştirilen bir faaliyet sebebiyle zorunlu olarak bir süre Devlet uhdesinde kalan paradan ayrıca Devletin bir gelir elde etmesi, haksız ve ölçüsüz şekilde mülkiyet hakkı ihlali olacak, mülkiyet hakkının ayrılmaz parçası olan onun menfaatine ve gelirine Devletin el koyması anlamına gelecektir. “ 1 yönündeki görüşün haklılığı tartışmasızdır. (1 Av. Prof. Dr. Muhammet Özekes/İcra Takiplerinde Nemalandırma ve Mülkiyet Hakkı İhlali Sorunu)

İcra ve İflâs Kanunu 134. maddesinde de; ihalenin feshi halinde, süreç kesinleşinceye kadar ihale bedelinin nemalandırılacağına ilişkin düzenlemeye gidilmiştir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kanun maddesinde her ne kadar ihalenin feshi halinde nemalandırma gerekliliğinin olduğundan bahsedilmiş ise de kanımızca nemalandırmada temel amaç, mülkiyet hakkı bağlamında koruma sağlanması olduğundan kanunda yazmaması nemalandırma yapılmasının önünde bir engel ya da aksi bir kanaat taşımamaktadır. Anayasa temelinde kararlar alan bir hukuk devleti olmak, nemalandırmanın temelindeki mülkiyet hakkını her durumda dikkate almayı ve korumayı gerektirmektedir.

Nitekim İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Hukuk Dairesi E. 2018/1749 K. 2018/2240 sayılı kararında da; “…Borçlu vekili tarafından icra müdürlüğünden dayanak ilamın tehiri icra yoluyla temyiz edildiği, tehiri icra talebiyle dosyaya yatırılan 18.534,19 TL’nin kazanma ihtimalleri çok yüksek olduğundan müvekkilinin zarara uğramaması adına, en yüksek faiz oranından nemalandırılması talep edilmiş olup, icra müdürlüğünce mehil vesikası için yatırılan dosya borcu kadar teminatın nemalandırılmasına dair yasal düzenleme bulunmadığından, borçlu vekilinin talebinin reddine karar verilmiştir. İİK 134.maddesine göre, bedelinin nemaları ile birlikte hak sahiplerine ödeneceği belirtilmiştir. İİK’ da yatırılan diğer paraların nemalandırılıp nemalandırılmayacağına dair açıkça yasal bir düzenleme mevcut değildir. Ancak nemalandırılmamasını gerektirir yasal bir engel de mevcut değildir. İcra dosyasına tehiri icra talebiyle yatırılan paranın nemalandırılması hem alacaklının hem de borçlunun menfaatinedir….” Şeklinde hüküm tesis etmiştir.

Öte yandan, “nemalandırma” ifadesinin faiz olarak yorumlanmasının hatalı olacağını da belirtmekte fayda görüyoruz.  Zira kanunda açıkça faiz yazmak yerine, nemalandırma ifadesinin kullanılmış olması da, faizle nemalandırmanın aynı anlama gelmediği, aynı sonucu doğurmadığını göstermektedir. Nitekim, enflasyonun hızlı ve ciddi değişkenlik gösterdiği bir ekonomide faizin, paranın değerini korumakta yetersiz kaldığı açıktır. Nemalandırmadan amaç ise, paranın güncel olarak satın alma değerini yitirmemesi olduğundan, mevcut faiz oranları ile bu amaca ulaşıldığını söylemek pek mümkün olmayacaktır. Ancak nemalandırmaya ilişkin işlem yapan pek çok yargı uygulayıcısının maalesef faiz ile nemalandırmayı aynı kabul ederek hesaplama yapmaktadır. İcra Müdürlükleri gerek ise Adalet Bakanlığı, nemalandırma gerekliliğinin, paranın vadesiz mevduat hesabında değil, vadeli mevduat hesabında tutulması ile karşılanacağı kanaatindedir.

Adalet Bakanlığı, ihalenin feshi ile sıra cetveline itiraz ve şikâyet halinde, “… kamu bankası olarak hizmet veren TC Ziraat Bankası, Türkiye Halk Bankası ve Türkiye Vakıflar Bankasının, ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasına “Mevduat İlan Edilen Yıllık Faiz Oranları Bildirim Formu” ile bildirilen ve şubelerinde ilan edilen 1 aylık mevduata uygulanacak “Tabela Faizi (cari faiz)” oranlarından en yüksek olanından az olmamak üzere nemalandırılması hususunda gereken dikkat ve özenin gösterilmesi gerekmektedir.” 2  yönünde bir görüş ortaya koyarak bunu ilgili yerlere bildirmiştir.  (2 Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü, 22.09.2017 tarih ve 82084579/7176 sayılı nemalandırma konulu yazısı /  Av. Prof. Dr. Muhammet Özekes/İcra Takiplerinde Nemalandırma ve Mülkiyet Hakkı İhlali Sorunu)

Sonuç olarak, parasal değerlerin korunmasının bu derece önemli ve zor olduğu bir ortamda, yargılama sürecinin, parasal haklara ilişkin hak kaybına sebep olmaması devletin yükümlülükleri arasındadır. Bu yükümlülüğün tam olarak yerine getirilmediği durumlarda ise, Anayasa Mahkemesinin kararları ile Anayasal sınırların hatırlatılması oldukça önemli olmakla beraber, kararların eksiksiz ve objektif şekilde uygulanmasının da yine devletin yükümlülükleri arasında olduğunu belirtmekte fayda vardır.

Av.MELEK ATALAN

 

APARTMAN YÖNETİCİSİNİN TEMSİL YETKİSİ VE YÖNETİMİN BORCUNDAN DOĞAN SORUMLULUK

634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 27. maddesinde ana gayrimenkulün kat malikleri kurulunca yönetileceği, 34. maddesinde ise kat maliklerinin, ana gayrimenkul yönetimini kendi aralarından veya dışardan seçecekleri bir kimseye veya üç kişilik bir kurula verebilecekleri bu kimseye yönetici, kurula da yönetim kurulu denileceği ifade edilmiştir.

Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 20/10/1997 tarihli kararında; “Kat Mülkiyeti Kanunu hükümlerine göre, anagayrimenkulün yönetiminin tüzel kişiliği yoktur. Yönetici, yasa ile belirlenen görevleri kendi adına ve bu sıfatla yapar. Kat malikleri kurulunun yetki vermesi gereken hallerde de bu yetkiye dayanarak dava açar.” Şeklinde hüküm tesis edilmiştir.

Bu noktada Kat Malikleri Kurulunun tüzel kişiliği olmadığını belirtmekte fayda vardır. Bu sebeple apartman veya site yöneticisinin, yönetim planından doğan ya da kat malikleri kurulu tarafından alınan kararları uygulamak noktasında, temsil yetkisi olduğu gibi, olası anlaşmazlıklarda da taraf ve temsil yetkisi vardır. Bu yetki kat maliklerinin bir arada hareket etmeleri, ayır ayrı temsil edilmeleri gibi usul yönünden doğabilecek pek çok işlemde süre ve maliyet yönünden fayda sağlamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23.12.1992 tarihli kararında; “Kat maliklerinin veya kat malikleri kurulunun ayrı bir tüzel kişiliğinin bulunmaması, yöneticinin Özel Kanundan doğan temsil yetkisini ortadan kaldırmaz. Yasa koyucu burada, ayrıca bir tüzel kişiliğin varlığını aramamıştır. Buna rağmen bir yönetici atanmasını ve yöneticinin ortak işlerin yürütülmesinde kat maliklerini temsil etmesini gerekli görmüştür. Böylece, ayrı ayrı kat malikleri olmakla birlikte, aynı taşınmazda bir arada yaşayan kişilerin ortak ihtiyaçlarının kolayca karşılanması istenmiştir. Aksi halde kat mülkiyetinin yürütülmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin doğal sonucu olarak, yöneticinin, temsil yetkisine giren işlerden dolayı üçüncü kişilerle yaptığı sözleşmelerden doğan uyuşmazlıklarda, aktif ve pasif dava ehliyetinin bulunduğunun kabulü gerekir. Aksinin benimsenmesi durumunda ise, bu kez üçüncü kişilerin yönetici ile sözleşme yapmaktan kaçınacakları ve bundan kat maliklerinin zarar görecekleri kuşkusuzdur. O itibarla husumetin yöneticiye yöneltilmesinde kat maliklerinin de yararı bulunduğu göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Kaldı ki yönetici, temsil yetkisini kullanırken gerekli özeni göstermezse, kat maliklerine karşı bir vekil gibi sorumlu olacağı da izahtan varestedir.” yönünde hüküm kurulmuştur.

Kat malikleri kurulu tarafından seçilecek 3 kişilik yönetim kurulu da aynen yöneticinin yetkilerine sahip olup, kat maliklerini temsil etme görevini yasadan almaktadırlar. Burada kurul ya da yönetici arasında hiçbir ayrım öngörülmemiştir. Kurulun da tüzel kişiliği bulunmadığını belirterek, kurula seçillmiş bulunan kimselerden herhangi birinin kat malikleri kurulu kararlarını uygularken veya vekil tutmak, dava açmak, icra takibi yapmak gibi yasanın ve mevzuatın kendisine yüklediği yükümlülükleri yerine getirirken her türlü işleme tek başına imza koymak hak ve yetkisine sahip olduğunu belirtmekte fayda vardır. Diğer bir ifade ile her ne kadar kurul olarak ifade edilse de kurulda yer alan her bir üyenin, tek başına yöneticiye tanınan tüm hak ve yetkilere sahip olduğunun altını çizmek gerekmektedir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 20.03.2002 tarihli kararında; Kat Mülkiyeti Yasası’nın 35. maddesi; kat maliklerinin ana gayrimenkulün yönetimini kendi aralarından veya dışarıdan seçecekleri bir kimseye veya üç kişilik bir kurula verebileceklerini, bu kimseye yönetici, kurula da yönetim kurulu deneceğini belirtmiştir. Yasada yer alan bu maddenin dışında konu ile ilgili tüm maddelerde; yönetim kurulundan bahsedilmemekte ve sadece yönetici ifadesi kullanılmaktadır. Yasa koyucu, Kat Malikleri Kurulu tarafından seçilen bir kişiye yönetici denileceğini belirttikten sonra aynı kurul tarafından seçilen üç kişinin Yönetim Kurulu olarak adlandırılmasının, bunların birden ziyade yönetici olduklarını belirtmekten başka bir anlamı bulunmamaktadır. Bu hususa ilişkin olarak yönetim planında özel bir düzenlemeye yer verilmedikçe ve kat malikleri kurulunca da aksine bir karar alınmadıkça bu kurula mensup üç kişiden herhangi birinin tek başına veya ikisinin birlikte yasanın yöneticiye tanıdığı tüm hak ve yetkileri kullanmalarının olanaklı bulunduğunda duraksama yoktur. Ana taşınmaza birden ziyade yönetici atanması, bunların tüm işlemleri her üçünün birlikte imzalayıp yapmaları anlamına gelmez.. Yönetim Kuruluna dahil yöneticilerin, aralarında iş bölümü bulunmadığı gibi bir başkan seçmelerine de gerek olmadığını ifade etmiştir. (Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Birleşim 68. 03.03.1965 gün, Sayfa 196 ve Birleşim 71, 09.03.1965 tarih, sayfa 192, Ali Arcak – Kat Mülkiyeti Kanunu, Ankara 1988 ikinci baskı, sayfa 991). Hal böyle olunca; yönetim kurulu olarak görevlendirilen yöneticilerden herhangi birisinin tanzim ettiği veya ettirdiği işlemlere yazdırdığı Yönetim Kurulu adına yahut Yönetim Kurulunu Temsilen gibi ibareler onun sadece yönetici olduğunu belirtmekten başka bir anlam ifade etmez, zira gerek kat malikleri kurulunun ve gerekse üç kişiden müteşekkil yönetici gurubunu ifade eden yönetim kurulunun, tüzel kişiliği bulunmamaktadır. Açıklanan hususlar göz önüne alındığında usulüne uygun tarzda yönetici seçilmiş bulunan kimselerden herhangi birinin kat malikleri kurulu kararlarını uygularken veya vekil tutmak, dava açmak, icra takibi yapmak gibi yasanın ve mevzuatın kendisine yüklediği yükümlülükleri yerine getirirken her türlü işleme tek başına imza koymak hak ve yetkisine sahip olduğunun kabulü gerekir. Kaldı ki; bu davada yöneticilerden ikisinin vekil tutmak için düzenlenen vekaletnameyi birlikte imzalamış olmaları da onların çoğunluk görüşünü temsil ettiklerini göstermektedir…” şeklinde ifade edilmiştir.

Kat malikleri adına ve yararına 3. Kişilerle sözleşme akdetme yetkisi verilmiş olan yöneticinin bu sözleşmeden kaynaklı alacaklara dair icra takibi başlatma ve dava açma gibi konularında da dava ve takip ehliyeti tanınmış olduğunu belirtmekte de fayda vardır. Bunun yanısıra 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesinin 2. fıkrasında gider veya avans payını ödemeyen kat malikine yönelik olarak yönetici, tek başına dava açma ve icra takibi yapma yetkisine sahiptir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 22.11.1989 tarihli kararında; “Sitenin, kalorifer yakıt ihtiyacını karşılayan davacı şirketle site kat malikleri yararına ve fakat kendi adına alım satım sözleşmesi yapan ve taahhüt altına giren yönetim kurulunun, genel gider ve yönetimle ilgili alacak davalarında kat maliklerini yasadan doğan temsil etme yetkisinin bulunduğunu toplumun gelişen ihtiyaçları karşısında kabul etmek gerekir.” yönündeki kararı da kat maliklerinin tek bir yetki altında temsil edilmesinin adeta ihtiyaç olduğuna vurgu yapmıştır.

Apartman görevlilerinin, işçilik alacakları veya hizmet tespitine ilişkin açacakları davalar ilişkin olarak, Konut Kapıcıları Yönetmeliğinde Yönetmeliğin 4. maddesinde “Konut yöneticisi, İş Kanunu ve bu Yönetmelik hükümlerinin uygulanmasında ve yargı uyuşmazlıklarında işverenin temsilcisidir.”  yönünde düzenlemeler mevcuttur.

Bu bağlamda, kapıcılık sözleşmesi de yönetici tarafından, kat maliklerini temsilen ve Kanundan doğan temsil yetkiye dayanılarak yapılmaktadır.  Buradan hareketle kapıcılık sözleşmesine dayalı işçilik alacaklarına dair açılacak davalarda dava şartı olan arabuluculuk görüşmelerinin de yönetici tarafından işveren olan kat maliklerini temsilen yürütülebileceğini ve davada taraf olarak gösterilebileceğini belirtmekte fayda vardır.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 07.02.2023 tarihli kararında da; “Dava şartı arabuluculuk görüşmelerinin kat maliklerini temsil yetkisine sahip yönetici ile yapılmadığı hâlde yönetici aleyhine husumet yöneltilerek dava açıldığından bahisle dava şartının gerçekleşmediği kabul edilmiş ise de davacı işçinin kat maliki … ile dava konusu asgari geçim indirimi alacağı dışındaki tüm alacaklar yönünden arabuluculuk sürecini işlettiği anlaşılmış olup bu nedenle kat maliki … yönünden asgari geçim indirimi alacağı dışındaki tüm alacaklar için arabuluculuk dava şartının yerine getirildiği kabul edilmelidir. Ancak kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığı anlaşılan hatasından kaynaklı olarak davacı vekiline 6100 sayılı Kanun’un 124 üncü maddesine göre taraf değişikliği için kesin süre verilmeli ve daha sonra işin esası incelenmelidir.” yönünde hüküm tesis edilmiştir.

Davada taraf olarak gösterilmesi, kat maliklerinin yasal temsilcisi olmasından sıfatından kaynaklanan yöneticinin, dava sonucunda verilen hükmün sonuçlarına şahsi olarak katlanması elbette söz konusu değildir. Davada verilecek hükmün sonucu, yöneticinin şahsı hakkında değil, kat malikleri hakkında verilecektir. Bu hususun gözden kaçırılmaması gerekmektedir.

Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin 09/06/2011 tarihli kararı; “Somut olayda icra takibine dayanak yapılan ilamın incelenmesinde, alacaklının, apartmanın kapıcısı olup, lehine kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, bakiye senet alacağı vs. alacaklara hükmedildiği, ilamda davalı olarak Ç… Apartman Yönetimi adına yönetici A. Ü.’ın gösterildiği ve mahkemece adı geçen hakkında hüküm tesis edildiği görülmektedir. Bu durumda alacaklı, 634 Sayılı Kanunun 35. maddesine göre apartman yönetimi hakkında takip yapabileceği gibi, aynı kanunun 20. maddesi uyarınca da ilama konu borcun yasal sorumlusu olan kat malikleri hakkında da takip yapabilir. Bir diğer ifade ile alacaklının bu konuda seçimlik hakkı bulunmaktadır. Sonuç olarak, alacaklının, yukarda belirtilen ilama dayalı olarak kat malikleri hakkında takip başlatması 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesi hükmüne uygun olmakla…” şeklinde hüküm içermektedir.

Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 30.12.2014 tarihli kararında; “Gerek işçilik alacakları gerekse hizmet tespitine ilişkin davalar işveren vekili olan yöneticiyi hasım göstererek açılabilirse de dava sonucunda hüküm yönetici hakkında değil hüküm yerinde işveren olan kat malikleri belirtilip kat maliklerinin yönetim planında aksi belirtilmemiş ise eşit oranda sorumlu tutulmaları gerekir. Kat mülkiyeti kurulmamış gayrimenkullerde davanın tüm ortaklara veya kat mülkiyeti kurulmakla birlikte yönetici veya yönetim kurulu oluşturulmamış gayrimenkullerde ise kat malikleri kuruluna (tüm kat maliklerine) karşı açılması gerekir. “

Son olarak, her ne kadar hükmün sonuçları yönünden kat malikleri sorumlu ise de, ilamın tahsilatı aşamasında yapılacak icra takiplerinin de yöneticiye yöneltilerek başlatılması mümkündür. Burada dikkatle üzerinde durulacak olan hukuki durum, yapılacak tahsilat işlemlerinin yöneticinin mal varlığına ilişkin değil, kat maliklerinin mal varlığına yönelik yapılacağıdır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 23/12/1992 tarihli kararında da; “Yönetici, vekâletname ile tayin edilen bir vekil gibi değildir. Yasal bir temsilcidir, yetkisini Yasadan almaktadır. Bu sıfatla yaptığı sözleşmelerden dolayı kendisine husumet yöneltilebilir. Kat malikleri ile yönetici arasındaki ilişki ise Kat Mülkiyeti Kanununda ayrıca düzenlenmiştir. Temsil yetkisi Kanundan doğduğu için, verilecek kararın mali sonuçları kat maliklerine ait olacaktır. Nitekim 1475 sayılı İş Kanunu’na 2184 sayılı Kanun ile eklenen ek madde ile kapıcılık sözleşmesinden doğan yargı uyuşmazlıklarında yöneticinin işveren temsilcisi olduğu ve verilecek kararın mali sorumluluğunun işveren sayılan kat maliklerine ait olduğu kabul edilmiştir… Kapıcılık sözleşmesini de yönetici, kat maliklerini temsilen ve Kanundan doğan temsil yetkisine dayanarak yapmaktadır… Bu şekildeki bir yorum, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlardan doğan kat mülkiyeti sisteminin amacına da uygundur.” yönünde hüküm kurmuştur.

Yargıtay 12.Hukuk Dairesi 11.01.2016 tarihli kararında; “Somut olayda, kat malikleri yerine apartman yöneticisi aleyhine icra takiplerine girişildiği görülmektedir. Apartman yöneticisine husumet yöneltilmesi mümkün olduğu gibi, apartman yöneticiliğinin gelirlerinden olan apartman aidatlarına haciz konulması için kat malikleri ve kiracılara haciz müzekkeresi gönderilmesinde de hukuka aykırılık bulunmamaktadır. “şeklinde hüküm tesis etmiştir.

Av. MELEK ATALAN

ANNE VE BABANIN ÇOCUĞUN GİDERLERİNE KATILMA BORCU VE BU BORÇTAN KAYNAKLI 3. KİŞİLERE KARŞI SÖZLEŞMEDEN DOĞAN BORÇ AYRIMI

Ebeveynlik kanun koyucu tarafından her yönü ile ele alınan ve çocuk menfaatinin üstün tutulduğu, beraberinde duygusal sorumluluklar getirdiği kadar maddi yükümlülükler de doğuran bir süreçtir. Hukuken, evlilik birliği içinde olduğu kadar sona erdikten sonra da, anne ve babanın çocuğun bakım, eğitim ve gözetimine özen göstermesi, eğitim ve korunması için gerekli olan giderleri karşılaması beklenmektedir. (TMK 327.m) Diğer bir anlatımla anne ve babanın çocuğu eğitme ve yetiştirme görevleri evlilik ilişkileri devam ederken de evlilik ilişkileri sona erdiğinde de aynı şekilde geçerliliğini korumaktadır.

Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken husus, ana ve babanın çocuklarına bakma, onu koruma ve eğitme ödevleri ile velayet hakkının birbirlerinden ayrı ve bağımsız olduğudur. Bazı durumlarda evlilik birliği sona ererken taraflardan velayet hakkı kendisinde olmayan taraf,  ebeveyn olmaktan doğan sorumluluklarının sona erdiği, ya da velayet hakkına sahip olan ebeveyne devredildiği düşüncesine kapılabilmektedir.

Tam bu noktada iştirak nafakası kavramı ortaya çıkmaktadır. İştirak nafakası, çocuğun velayeti kendisine verilmeyen tarafın, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine mali gücü oranında parasal katkı sunma yükümlülüğüdür. Söz konusu yükümlülük parasal ihtiyaçların karşılanmasını kapsamakta olup, çocuğun diğer psikolojik-gelişimsel ihtiyaçlarının yalnızca iştirak nafakası ödemek suretiyle sağlanacağını düşünmek elbette mümkün değildir.

Ancak maddi ihtiyaçlar yönünden bakıldığında, çocuk yönünden mağduriyet doğmaması adına iştirak nafakası hakkının oldukça önemli olduğunu belirtmek gerekmektedir. İştirak nafakasını talep etme hakkı velayet hakkına sahip olan tarafa tanınmıştır. (TMK 329.m) Bu hak aile hukukundan doğan bir hak olup, nafaka borçlusunun iştirak nafakasını ödemesini kapsamaktadır. Ancak nafaka ödemekte olan bir tarafın ayrıca müşterek çocuk yararına maddi yardımda bulunması da mümkün ve olasıdır. Bu noktada haricen veya ilaveten yapılan ödemelerin hukuken kişinin tasarrufunda bulunduğunu belirtmekte de yarar vardır. Ancak taraflar arasında yazılı bir anlaşma ile haricen yapılan ödemelerin, nafakadan mahsup edileceğine dair bir anlaşma olması durumunda, ödemelerin nafakadan mahsup edilmesi de hukuken kabul görmektedir.

Zira Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 05.11.2019 tarihli kararında “…Somut olayda; davacı tarafından, davalıya verdiği kooperatif kartı ile davalının bir kısım harcamalar yaptığı ve bu harcamaların nafaka alacağından mahsup edilmesi gerektiği ileri sürülmüş ise de yapılan harcamaların, nafakaya mahsuben yapıldığına dair açıklama bulunmadan nafakaya mahsuben yapıldığı kabul edilemez. Zira; davacı baba, TMK’nun 327/1.maddesi gereğince; çocuğun bakımı, eğitimi ve korunması için gerekli giderleri karşılamak zorundadır. Ayrıca, yapılan bu ödemeler ahlaki bir görevin yerine getirilmesi niteliğindedir. O halde, davacının rızaen verdiği kart ile davalının yaptığı harcamaların nafakaya mahsuben yapıldığına dair bir şerh de bulunmadığından, nafakaya mahsuben yapıldığı kabul edilemeyeceği gözetilerek, bu yönden talebin reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir” gerekçeleri ile hüküm tesis edilmiştir.

Kararda ifade edilen ”ahlaki bir görevin yerine getirilmesi” ifadesini Türk Borçlar Kanunu’nun 78. maddesinin 2. Fıkrasında görmek mümkündür. Söz konusu maddede  “Zamanaşımına uğramış bir borcun ifasından veya ahlaki bir ödevin yerine getirilmiş olmasından kaynaklanan zenginleşmeler geri istenemez.”  hükmü mevcuttur. Nafaka borçlusunun yapmış olduğu harici ödemeler, çocuk için yapılmış olmakla, ahlaki ödevlerden kabul edilir ve geri istenmesi veya nafaka borcundan mahsup edilmesi hukuken kabul edilmez.

Nafaka borcuna dair kanun koyucu bakış açısını ifade ettikten sonra, çocuğun bakım, eğitim ve diğer giderleri yönünden 3. Kişilerin, ebeveynlere karşı TMK’dan kaynaklı alacak taleplerine dair yakın tarihte verilen Yargıtay kararına da değinmek faydalı olacaktır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yakın tarihli kararında; “Somut olayda tartışma konusu olan özel okula kayıt işlemi, yapan ebeveynin velayet hakkı çerçevesinde çocuğun yasal temsilcisi olarak borç altına girdiği ve diğer eşin rızasıyla hareket ettiğinin karineten kabul edildiği bir durumdur. Ancak bu durum, yukarıda ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere, eşin diğerinin bilgisi ve rızasına ihtiyaç duymaksızın gerçekleştirebileceği alelade bir karara ilişkin olmadığı gibi ekonomik olarak ailenin gündelik hayat ihtiyaçlarından çok daha fazlasını evlilik birliğine yüklediğinden birliğin sürekli ihtiyacı olarak değerlendirilemez. Bu sebeple de dava dışı babanın Kanun’un 188’inci maddesinin birinci fıkrası çerçevesinde olağan temsil yetkisini kullandığından bahsedilemez. Olağan dışı temsile ilişkin kanun koyucunun aradığı koşulların somut olayda mevcut olmadığı da tartışma konusu değildir. Evlilik birliğini olağan temsile ilişkin maddenin işlerlik kazanmadığı bir durumda, bu maddeyle verilen temsil yetkisinin kısıtlanması veya kaldırılmasıyla ilgili bir talebin bulunup bulunmadığı da tartışılmaz. Tüm bu hususlar karşısında davacının, 4721 sayılı Kanun’un 188 inci maddesine dayanılarak okula kayıt işlemini gerçekleştiren dava dışı eşle birlikte davalıya karşı müteselsilen sorumlu olduğu kabul edilemez.” Şeklinde hüküm tesis etmiştir.

Karardan anlaşıldığı üzere; Türk Medeni Kanunun 327.maddesinde çocuğun bakımı eğitimi ve korunması için gerekli giderlerin anne baba tarafından karşılanacağının tereddüde yer vermeyecek kadar açık ise de, buradaki yükümlülük çocuğa karşı kurulmuştur. Bu madde hükmü, anne ve babanın çocuğun ihtiyaçlarından dolayı 3. Kişilere karşı birlikte sorumlu oldukları şeklinde yorumlanamaz. Diğer bir ifade ile, sözleşmeden doğan hak ve yükümlülükler ile sözleşmeye ilişkin her türlü talep hakkı sözleşmenin yine kendi taraflarına aittir.

Av. MELEK ATALAN

KİRA BEDELİNİN ÖDENME YERİNE DAİR HUKUKİ DEĞERLENDİRME

Türk Borçlar Kanunun 299 ve devamı maddelerinde yer alan kira sözleşmesine dair maddelerde kira ilişkilerinde uygulanacak olan hükümlere yer verilmiştir.  Kira sözleşmesi, kiraya verenin bir şeyin kullanılmasını veya kullanmayla birlikte ondan yararlanılmasını kiracıya bırakmayı, kiracının da buna karşılık kararlaştırılan kira bedelini ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.

Kiraya veren, kiralananı kararlaştırılan tarihte, sözleşmede amaçlanan kullanıma elverişli bir durumda teslim etmek ve sözleşme süresince bu durumda bulundurmakla yükümlü olup, kiracı da kiralananı özenle kullanmak ve kira bedelini kiraya verene ödemekle yükümlüdür.

Bu noktada kira borcunun nerede ödeneceğine değinmekte fayda vardır. Türk Borçlar Kanunu’nun 89. Maddesinde, kira borcunun ifa yerinin tarafların iradelerine göre belirlenebileceği, eğer böyle bir belirleme yok ise kira borcunun, alacaklının ödeme zamanındaki yerleşim yerinde ödenmesi gerekeceği hüküm altına alınmıştır. Diğer bir anlatımla kira borcu para borcudur ve bu borç götürülecek borçlardan kabul edilmektedir. Ancak taraflar aralarında kira borcunun ödeme yerini alacaklının yerleşim yeri haricinde bir yer olarak da kararlaştırabilirler.

Kira sözleşmesinde belirlenen ödeme yeri kiraya veren tarafından sonradan değiştirilirse bu değişikliğin kiracıya bildirilmesi kiraya verenin yükümlüğüdür, aksi halde kiracının kiraya verenden kaynaklanan sebeplerle, ödeme yerini bilmediği kabul edilecektir. Bundan kaynaklanan kira bedelinin ödenememesi durumundan da kiracı sorumlu tutulmayacaktır. Kiraya veren kiracının temerrüdü iddiasında bulunamayacak ve kiracıyı bu sebeple tahliye edemeyecektir.

Ayrıca sözleşmede belirlenen koşullara uygun olarak, yerleşim yerinde ya da diğer belirlenen ödeme yöntemi ile kiralaya verene gönderilen kira bedelinin, kiraya veren tarafından alınmaması durumunda, kiraya veren temerrüde düşmüş olacaktır. Kiracı Türk Borçlar Kanunun 107.maddesi hükmüne göre kiraya verenin kabulünden bağımsız olarak kira bedelini tevdi edebilecek ve borcundan kurtulabilecektir.

Bu noktada belirtmek gerekir ki; kira bedelinin ödendiği hususunda ispat yükü kiracıda olup, kiraya verenin kira bedelini teslim almaktan kaçındığını kiracı tanıkla da ispat edebilecektir.

Taraflar arasında, kira borcunun ödeme yeri hususunda herhangi bir anlaşma yok ise, kira borcu ödeme kiraya verenin ikametgâhında ödenecektir. Bu ödeme yöntemi günümüz koşullarında pratik ve kolay bir yöntem olmadığından çok tercih edilmemektedir. Bu sebeple uygulamada genellikle kira borcunun, kiraya verenin banka hesabına gönderilerek ödenmesi ve PTT aracılığıyla ödenmesi yoluna gidilmektedir.

Kiracının ödemeyi PTT aracılığı ile göndermesi durumunda kira bedelinin kiraya verene teslim edilmesi sorumluluğu yine kiracıdadır. Bu şekilde yapılacak ödemelerde kiraya verenin kira bedelini PTT’ye giderek teslim almak zorunluluğu yoktur. Diğer bir ifade ile adi PTT havalesi ile yapılan ödemelerde, kiraya verenin PTT’den ödemeyi teslim almaya gitmesi gerekmekte ise de, bu külfete kiraya verenin katlanma zorunluluğu olmadığından kiraya veren bu ödemeyi almaya zorlanamaz. Bu hususta Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 17.02.2004 tarihli emsal kararında da aynen “Adi PTT havalesi ile kira bedelinin gönderilmesinin kanuni bir ödeme sayılamayacağı, alacaklının bu parayı almaya zorlanmayacağı” ifade edilmiştir. Bu sebeple PTT aracılığı ile yapılacak kira ödemelerinin konutta ödemeli olarak gönderilmesinin hukuken daha yararlı olacağına şüphe yoktur.

Bununla birlikte kira bedelinin, kiraya verene eksik teslim edilmesi veya tesliminde yaşanan aksaklıklardan dolayı teslim edilmemesi durumunda kira bedelinin sözleşmeye uygun şekilde ödenmediği kabul edilecektir.

Zira kira bedelinin ödenmesine dair sorumluluk, takip yükümlülüğü ve masraflar kiraya verene yükletilemeyeceğinden kira bedeli konutta ödemeli olarak PTT kanalı ile gönderilse dahi eksiksiz ve zamanında teslim edilmesinden kiracı sorumlu olacaktır. Kira bedelinin gerek PTT gerek ise banka havalesi yolu ile ödenmesi durumunda, gönderime dair oluşabilecek masrafların kira bedeli adı ile yatırılan bedelden düşülerek gönderilmesi şüphesiz ki kira borcunun eksik ödenmesi anlamına gelecektir.

Kirayı ödemenin diğer bir yöntemi olan banka havalesi yoluyla ödemede ise, taraflar kira sözleşmesinde kira bedelinin banka yoluyla ödeneceğini belirterek ödemenin yapılacağı banka hesap numarasını belirtmektedirler. Bu durumda kira bedelinin taraflarca kararlaştırılan bu hesap numarasına gönderilmesi durumunda kira bedeli ödenmiş olacaktır. Ancak söz konusu bedelin gönderimi sırasında, bankalar tarafından uygulamada havale/eft gönderim ücreti adı altında ödemeler alınmakta, bu masraf bazı durumlarda gönderim yapan tarafın gönderdiği miktarın içinden alınmaktadır. Bu durumda kira bedelinin içinden masrafa adı altında bedel alınmış olduğundan kira bedelinde azalma meydana gelmekte ve bu da kira bedelinin eksik ödenmesi sonucunu doğurmaktadır.

Bu durumda Türk Borçlar Kanunun 315. Maddesi gereği, muaccel olan kira bedeli borcunun ifa edilmemesinden dolayı kiraya veren tarafından, kiracıya süre verilerek bu sürede de ifa etmeme durumunda, sözleşmeyi feshedeceği yazılı olarak bildirebilir. Kiracıya verilecek bu süre en az on gün, konut ve çatılı işyeri kiralarında ise en az otuz gündür. Bu süre, kiracıya yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren işlemeye başlayacaktır. Söz konusu süreye rağmen ödeme yapılmaması durumunda ise kiralananın tahliyesi gündeme gelecektir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 02.11.2021 tarihli yakın tarihli emsal kararında da bu yazımızda belirttiğimiz hususlara değinilmiş ve kira borcunun ödenmesine ilişkin olarak ifa yerinin ve yönteminin önemine değinilmiştir.

Karara göre; kira alacağından kaynaklanan itirazın iptali ve tahliye istemli davada, takibin konusu, sözleşmeden kaynaklı para borcu olduğundan ve sözleşmede aksine bir şart konulmadığından kira bedeline ilişkin para borcu alacaklının ödeme zamanındaki yerleşim yerinde ödeneceğinden, ifa yeri de alacaklının yerleşim yeri kabul edilmiş ve kira parası götürülüp ödenmesi gereken borçlardan olduğundan, kiralayana götürülüp elden ödenmesi veya gideri kiracıya ait olmak koşuluyla banka hesabına yatırılması ya da konutta ödemeli olarak PTT kanalıyla gönderilmesi gerekir. Kira bedelinin kiraya verenin banka hesabına yatırılması durumunda banka tarafından kesilen havale giderinden kiracı sorumludur. Belirtilen şekilde yapılmayan ödemeler yasal ödeme olarak kabul edilemeyeceğinden mahkemece, takibe konu eksik ödenen kira bedelleri üzerinden itirazın iptali ile kiralananın tahliyesine karar verilmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır.

Yukarıda yer alan karardaki durumların yaşanmaması ve tahliyeye mecbur kalınmaması adına banka ve PTT yolu ile yapılan ödemelerde kiracıların, kira bedelinin kiraya verene eksiksiz şekilde teslim edilmesini sağlamakla yükümlü olduklarını yeniden belirtmekte fayda vardır.