Aralık 2022

MUAYENEHANE (İŞYERİ) AÇMA RUHSATI ALIMINDA KARŞILAŞILAN SORUNLAR VE EMSAL KARARLARLA DURUM DEĞERLENDİRMESİ

Günümüzde sıklıkla karşılaşılan ve idari davalara konu olan bir husus da öğretim görevlilerinin, mesai saatleri dışında kendi muayenehanelerini açabilmek için İl Sağlık Müdürlüklerinden işyeri açma ruhsatı taleplerinin reddedilmesidir. İdarenin gerekçesi mevzuat ve yargı kararları arasında değişiklik göstermiş olan uygulamalar ve kararlardır.

Konuya yasal süreci anlatarak başlamak gerekir ise;

İdare hukukunda ruhsat, idare ile ruhsat sahibi arasında kurulan bir ilişkiyi ifade etmektedir. Bu ilişkide, idare ruhsat düzenleyen, ilgili ise ruhsat talep eden konumundadır. Bu bağlamda işyeri açma ruhsatları da, işyeri faaliyetlerinin yürütülmesine olanak sağlayan ve idare tarafından verilen izinlerdir. Ruhsat sahipleri, ticari, sınai, zirai veya mesleki nitelikteki faaliyetleri, mevzuatta belirtilen amaç ve sınırlar doğrultusunda, bu izinler aracılığıyla yürütebilmektedir.

Sağlık Bakanlığına bağlı devlet hastanelerinde çalışan hekimler bakımından yapılacak incelemede; 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 28. maddesinde; “Memurlar, mesleki faaliyette veya serbest meslek icrasında bulunmak üzere ofis, büro, muayenehane ve benzeri yerler açamaz; gerçek kişilere, özel hukuk tüzel kişilerine veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ait herhangi bir işyerinde veya vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışamaz.” şeklindeki madde dikkati çekmektedir. Söz konusu maddeye göre Sağlık Bakanlığına bağlı devlet hastanelerinde çalışan hekimler muayenehane açamayacaklardır.

Üniversite öğretim üyeleri bakımından ise uygulamada ciddi tartışmalara neden olan bir durum dikkati çekmektedir; 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun 36. maddesinde; “Tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olan öğretim elemanları, kanunlarda belirtilen hâller dışında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 28. maddesi hükmüne tabidir.” denmektedir.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 36. maddesinde, öğretim elemanlarının çalışma esasları kısmi ve tam zamanlı çalışma esasına göre belirlenmiş, bunlardan profesör ve doçent olanların kısmi statüde çalışabilmelerine olanak sağlanmışsa da, söz konusu maddede (30/01/2010 tarih ve 27478 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan ve kamuoyunda Tamgün Yasası olarak anılan 5947 sayılı Kanun ile yapılan düzenlemelerle) profesör ve doçentlerin kısmi statüde çalışmalarına son verilmiş, yükseköğretim kurumlarında görev yapan öğretim elemanlarının tamamının üniversitelerde devamlı statüde çalışmaları öngörülmüştür.

Anayasa Mahkemesinin 16/07/2010 tarih ve E:2010/29, K:2010/90 sayılı kararı ile bu düzenlemelerin bir kısmı iptal edilmiş, böylece tam zamanlı olarak çalışan öğretim üyelerinin mesai saatleri dışında olmak kaydıyla, istedikleri takdirde, serbest meslek faaliyetinde bulunmaları veya özel sağlık kuruluşlarında çalışmaları mümkün hale gelmiştir. Bahsi geçen kararda; Anayasa’da öğretim üyelerine kamu görevlisi olmakla birlikte genel sınıflandırma içinde ayrı bir yer verildiği, bunların kendilerine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı olduğu, öğretim üyelerinin bu konumları dikkate alındığında bunları diğer kamu görevlileri gibi değerlendirmenin mümkün olmadığı; üniversitelerde görev yapan öğretim görevlileri, okutmanlar, öğretim yardımcıları ile akademik olarak belirli bir yetkinliğe sahip öğretim üyeleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın mesai sonrası ücretsiz de olsa resmi veya özel herhangi bir iş yapmalarının yasaklanmasının Anayasa’nın 130. maddesi ile bağdaşmadığının altı çizilmiştir.

Karar sonrasında, öğretim üyelerinin kendilerine özgü konumları dikkate alınarak kanun koyucu tarafından, 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeni bir düzenleme yapılmış, bu düzenleme ile öğretim elemanlarının 657 sayılı Kanun’un 28. maddesi hükmüne tabi oldukları kuralına yer verilmiş ve ayrıca öğretim üyeleri (2547 sayılı Kanun’un 3/1-m. maddesinin bu dönemde yürürlükte olan haline göre, yükseköğretim kurumlarında görevli yardımcı doçent, doçent ve profesör) açısından ayrıksı bir düzenleme yapılarak, öğretim üyelerine Kanunda belirtilen şartları sağlamaları koşuluyla mesai saatleri dışında yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde mesleki faaliyette bulunabilme ve meslek veya sanatlarını serbest olarak icra edebilme imkanı getirilmiştir.

Ancak bu kural da, Yetki Kanunu kapsamında olmadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.

Akabinde kanun koyucu tarafından, 6514 sayılı Kanun ile 2547 sayılı Kanun’un 36. maddesinde değişiklik yapılarak, tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olan öğretim elemanlarının, maddede belirtilen ve profesör ve doçent kadrosunda olan öğretim üyeleri için getirilen bazı istisnalar dışında, mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmaları ve özel sağlık kuruluşlarında çalışmaları yeniden yasaklanmış, ayrıca 6514 sayılı Kanun ile 2547 sayılı Kanun’a eklenen geçici 64. Madde ile, bu maddenin yürürlüğe girdiği (18/01/2014) tarih itibarıyla mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel kuruluşlarda çalışmakta olan öğretim üyelerinin, bu maddenin yayımı tarihinden itibaren üç ay içinde bu faaliyetlerini sona erdirmeleri gerektiği, bu süre içinde faaliyetlerini sona erdirmeyen öğretim üyelerinin üniversiteyle ilişiklerinin kesileceği yönünde düzenlemeye yer verilmiştir.

Ancak bu maddenin de Anayasa Mahkemesinin 09/04/2014 tarih ve E:2014/61, K:2014/6 sayılı kararı ile esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğü durdurulmuş ve akabinde Anayasa Mahkemesinin 07/11/2014 tarih ve E.2014/61, K:2014/166 sayılı kararı ile söz konusu maddenin iptaline karar verilmiştir.

Bu aşamada hak sahipliği yönünden iki durum oluşmuştur. Öyle ki; Anayasa Mahkemesinin  kararı ile, tam zamanlı olarak çalışan öğretim üyelerinin mesai saatleri dışında olmak kaydıyla, istedikleri takdirde, serbest meslek faaliyetinde bulunmaları veya özel sağlık kuruluşlarında çalışmaları mümkün hale gelmiş ve  bu karar sonrasında, belirtilen şartları sağlamaları koşuluyla mesai saatleri dışında yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde mesleki faaliyette bulunabilme ve meslek veya sanatlarını serbest olarak icra edebilme imkanı getirilmiştir. Bu tarihlerde muayenehane açmış bulunan öğretim üyelerinin ruhsat süreçleri hukuka uygun şekilde yürütülmüş ve tamamlanmıştır. Bu tarihlerde yargı kararlarına güvenerek bu hakka sahip olduklarını düşünen ancak muayenehane açmamış olan öğretim üyeleri ise ruhsat başvurusunda bulunmamışlar ve 18.01.2014 sonrasında başvurduklarında da idareden ret cevabı almışlardır.

Diğer bir ifade ile, idare tarafından tesis edilen ruhsat işlemlerine ilişkin olarak, lehe mevzuat olduğu dönemde yapılan başvurular olumlu olarak geçerliliğini korurken, 18.01.2014 tarihinden sonrasında yapılan başvururlar reddedilmiştir. Redde gerekçe olarak ise, yargı kararları ile getirilen değişiklik gösterilmiştir.

Bu noktada pek çok dava ikame edilmiş, Danıştay tarafından yargılamalarda; “…pek çok öğretim görevlisinin üniversite dışındaki serbest çalışmalarını planladığı, ekonomik ve sosyal hayatlarını bu koşullara uygun olarak belirlediği veya mevcut hukuki durumlarının devam edeceğine ilişkin meşru beklentilerinin oluştuğu ve bu beklentinin hukuki güvenlik ilkesi gereğince korunması gerektiği…” gerekçesi ile bozma kararları verilmiştir. (Danıştay 10.Daire 25.11.2020 tarihli ve 19.11.2020 tarihli kararları),

Gelinen son aşamada; idarenin işlemi yönünden bozma kararı verilen davanın tarafı olan hekimler yönünden muayenehane açmak hukuken mümkün hale gelirken, dava ikame etmemiş olan hekimler yönünden idarenin aynı yönde ret kararları vermekte olduğunu ve hukuki engellerin sürdüğünü söylemek yerinde olacaktır.

Av.MELEK ATALAN & Stj Av. EMİRHAN AKDAĞ

YABANCILIK UNSURU TAŞIYAN UYUŞMAZLIKLARDA YETKİLİ YER

Milletlerarası Özel Hukuk ve Usûl Hukuku Hakkında Kanun’un 1’inci maddesi “Yabancılık unsuru taşıyan özel hukuka ilişkin işlem ve ilişkilerde uygulanacak hukuk, Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi, yabancı kararların tanınması ve tenfizi bu Kanunla düzenlenmiştir” şeklinde ifade edilmiştir. Buna göre Milletlerarası Özel Hukuk ve Usûl Hukuku Hakkında Kanun ancak yabancılık unsuru taşıyan işlem veya ilişkilere uygulanacaktır..” hükmüne amir olup yalnızca yabancılık unsurunun mevcut olduğu durumda MÖHUK uygulanacağı düzenlenmiştir. Bu kapsamda öncelikle yabancılık unsurunun ne olduğunun belirlenmesi gerekmektedir.

Yabancılık unsuru MÖHUK 2nci maddesinde düzenlenmiş olup yabancılık unsuru iki gruba ayrılmıştır. Yer yönünden yabancılık şu şekilde tanımlanmıştır: “Tahkim anlaşmasının taraflarının yerleşim yeri veya olağan oturma yerinin ya da işyerlerinin ayrı devletlerde bulunması” veya “tarafların yerleşim yeri veya olağan oturma yerinin ya da işyerlerinin ya tahkim anlaşmasında belirtilen veya bu anlaşmaya dayanarak tespit edilen hâllerde tahkim yerinden veyahut asıl sözleşmeden doğan yükümlülüklerin önemli bir bölümünün ifa edileceği yerden veya uyuşmazlık konusunun en çok bağlantılı olduğu yerden başka bir devlette bulunması” halinde yabancılık unsuru mevcut kabul edilir”

Sermaye niteliği yönünden yabancılık ise, “tahkim anlaşmasının dayanağını oluşturan asıl sözleşmeye taraf olan şirket ortaklarından en az birinin yabancı sermayeyi teşvik mevzuatına göre yabancı sermaye getirmiş olması” veya “bu sözleşmenin uygulanabilmesi için yurt dışından sermaye sağlanması amacıyla kredi ve/veya güvence sözleşmeleri yapılmasının gerekli olması” yahut “tahkim anlaşmasının dayanağını oluşturan asıl sözleşme veya hukukî ilişkinin, bir ülkeden diğerine sermaye veya mal geçişini gerçekleştirmesi”şeklinde tanımlanmıştır.

Bu tanımlar kapsamında, yabancılık unsurunun söz konusu olması halinde Türk Mahkemelerinin yetkili olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir. Milletlerarası sözleşmelerin alanına girmeyen konularda Türk hukukunda mahkemelerin milletlerarası yetkisi 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun ile düzenlenmiştir. Buna göre, “Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder.”

Bahsi geçen madde kapsamında genel yetki kurallarına atıf yapılmış olduğundan 6100 sayılı HMK’nın yetkiye dair hükümlerini uygulamak gerekmektedir. Buna göre, genel yetkili mahkeme, davalı gerçek veya tüzel kişinin davanın açıldığı tarihteki yerleşim yeri mahkemesidir.

MÖHUK madde 40’ta ise genel yetki kurallarının yanı sıra özel yetki kurallarına da yer verilmiştir. 41nci maddede Türklerin, 42nci maddede yabancıların kişi hallerine ilişkin davalar, 43ncü maddede yabancılık unsuru taşıyan miras davaları, 44ncü maddede iş sözleşmesi ve iş ilişkisinden kaynaklanan davalar, 45nci maddede tüketici sözleşmesine ilişkin davalar ve 46’da sigorta sözleşmesinden kaynaklanan davalar için özel yetki kuralları düzenlenmiştir.

Bu noktada belirtmek gerekir ki, yabancılık unsuru içeren bir uyuşmazlığın Türk mahkemelerinde görülmesi için uyuşmazlık ile Türkiye arasında bir bağlantı kurabilmek gerekir. Aksi takdirde, Türkiye ile hiçbir bağlantısı bulunmayan bir konuda Türk mahkemesinin milletlerarası yetkisi doğmayacak ve dava Türkiye’de görülemeyecektir.

Özetle, yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlık yönünden Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi iç hukuk kurallarına göre tayin edilmektedir. Dolayısıyla yetkisizlik itirazı olur ise söz konusu itiraz da HMK kurallarına göre çözüme kavuşturulacaktır.

HMK madde 19/2’de, yetkinin kesin olmadığı davalarda, yetki itirazının, cevap dilekçesinde ileri sürülmesi gerektiği düzenlenmiştir. Yine 116/1’de kesin yetki kuralının bulunmadığı hallerde yetki itirazının ilk itiraz olduğu belirtilmiş, 117/1’de ise ilk itirazların hepsinin cevap dilekçesinde ileri sürülmek zorunda olduğu hükme bağlanmıştır.

Yetki bir ilk itiraz olduğundan, zamanında yetki itirazında bulunulmaması halinde davanın Türk Mahkemesinde görülerek bir sonuca bağlanmasında da herhangi bir engel bulunmamaktadır.

Ancak birden fazla ülke mahkemesi davaya bakmakta yetkili ise milletlerarası derdestlik terimi ile karşı karşıya kalmak mümkündür. Zira her devlet kendi mahkemelerinin milletlerarası yetkisini düzenlerken diğer devlet mahkemelerinin milletlerarası yetkisini ortadan kaldıramaz. Bu durumdan davaya bakmakta birden fazla ülkenin yetkisi söz konusu olabilir. Ancak, yabancı ülkede açılan bir davada Türk Mahkemelerinin milletlerarası yetkisine derdestlik itirazı ile engel olunabilmesi mümkündür. Bu kapsamda tarafların aynı olması, davaya esas teşkil eden maddi vakıaların aynı olması ve davada ileri sürülen taleplerin aynı olması durumunda derdestlik söz konusu olacağından derdestlik itirazının kabulü gerekecektir.

Türk Hukukunda MÖHUK 47 ve 41nci maddeler ile milletlerarası derdestlik dolaylı da olsa düzenlenmiş durumdadır. Bunların dışında kalan konularda, milletlerarası derdestlik açısından kanunumuzda bir düzenleme olmadığından, milletlerarası derdestliğin ileri sürülmesi de mümkün olmamaktadır. Bu durumun altında yatan sebep, ülke mahkemelerinin yargılama yetkisi, ülkenin egemenliğinin bir görünümü olması ve bir ülke mahkemesinin, başka bir ülke mahkemesi lehine yargılama yetkisinden feragat etmesinin, feragatte bulunan mahkeme ülkesinin egemenlik yetkisine aykırılık teşkil edecek olmasıdır. 47nci maddede yetki anlaşması hali ve 41nci maddede Türklerin kişi hallerine ilişkin davalar düzenlenmiştir. Yargıtay’ın istikrarlı kararları ile de bu maddeler dışında Türk hukukunda milletlerarası derdestliğin söz konusu olamayacağı, yabancı ülke mahkemesi kararının ancak tenfiz veya tanıma ile sonuç doğurabilecek, bekletici mesele veya derdestlik sebebiyle yabancı ülke mahkemesi kararının dikkate alınamayacağı belirtilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararı E. 2000/19-1074, K. 2000/1126, T. 5.7.2000)

O halde, derdestlik itirazı yönünden yetki sözleşmesi bağlayıcı olduğundan Türk Mahkemelerinin yetkili olduğunun belirlenebilmesi amacıyla kısaca HMK’da düzenlenen yetki sözleşmesinin şartlarına yer vermekte fayda görmekteyiz. Buna göre, yetki sözleşmesi sadece tacirler veya kamu tüzel kişilerinin aralarında doğmuş veya doğabilecek bir uyuşmazlık hakkında yapılabilecek olup yazılı yapılması şartı mevcuttur. Ayrıca tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyecekleri konular ile kesin yetki hallerinde yetki sözleşmesi mahkemelerinin milletlerarası yetkisinin münhasır yetki esasına göre tayin edilmemiş olması da diğer bir şarttır. Örneğin, Türk hukukunda, Türkiye’de bulunan taşınmazların yapılamayacaktır. Bunun yanında, yetki sözleşmesinin geçerli olabilmesi için yazılı olarak yapılması, uyuşmazlığın kaynaklandığı hukuki ilişkinin belirli veya belirlenebilir olması ve yetkili kılınan mahkeme veya mahkemenin gösterilmesi şartları aranmaktadır.

Peki, yetki sözleşmesi ile yabancı mahkemelerinin yetkili kılınması da mümkün müdür? Türk mahkemelerinin yer itibariyle yetkisinin münhasır yetki esasına göre tayin edilmediği hallerde, tarafların aralarındaki yabancılık unsuru taşıyan ve borç ilişkilerinden doğan ihtilaflarının yabancı bir ülke mahkemesinde görülmesini kararlaştırmaları mümkündür (MÖHUK md. 47). Bu durumda Türk mahkemelerinin münhasır yetkili olduğu durumları belirtmek gerekmektedir. Türk aynına ilişkin davalarda Türk mahkemelerinin münhasır yetkili olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca, iş sözleşmelerinden, tüketici sözleşmelerinden ve sigorta sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklarda, işçi, tüketici, sigorta ettiren, sigortacı veya lehdar lehine Türk mahkemeleri münhasır yetkili kabul edilmiştir.

Türk mahkemelerinin münhasır yetkili olmaması ilk şart olup diğer bir şart da taraflar arasında borç ilişkisinden doğan bir uyuşmazlığın söz konusu olmasıdır. Son şart ise, borç ilişkisinin yabancılık unsuruna sahip olmasıdır.

Yetki unsurunun yazılı delil ile ispat edilmesi gerekmektedir. Yazılılık bir geçerlilik şartı değil, ispat şartıdır.

Yukarıda yer verdiğimiz üzere, her koşulda yetki itirazının süresi içerisinde ileri sürülmemesi halinde Türk Mahkemesi davayı yürütecek ve bir karara ulaşacaktır.

Bu durumda “yetki itirazı kaçırıldı, derdestlik itirazında da bulunulamadı, iki ayrı davanın sonucu ne olacak?” sorusu gündeme gelecektir.  Burada iki durum söz konusu olabilir. Türkiye’de görülmekte olan davanın öncelikle sona ermesi halinde, yabancı mahkemeden alınan çelişik bir kararın Türkiye’de bir etkisi olamaz. Zira, Türk mahkemesi kararıyla çelişen bir yabancı mahkeme kararının Türkiye’de tanınması ya da tenfizi mümkün değildir. Yabancı mahkemede dava daha önce sonuçlanırsa, bu mahkemenin kararından fayda elde etmeyi uman tarafın, Türkiye’de görülmekte olan dava içerisinde, yabancı mahkeme kararının tanınmasını talep etmesi beklenir. İlgili yabancı karar tanıma şartlarını sağlıyorsa, Türk mahkemesinden de çelişik bir karar çıkması söz konusu olmaz.

 

 

KİRACININ ‘’BEN OTURACAĞIM’’ GEREKÇESİ İLE TAHLİYE EDİLMESİ

Türk Borçlar Kanunun 347.maddesi gereğince; kira sözleşmesi belirli bir süre için yapılmış olsa dahi, bu sürenin sona ermesi, kiracının tahliye edilebilmesi için yeterli bir sebep değildir. Kiracı, bu sürenin bitiminde kiralanan taşınmazdan kendi isteği ile çıkmadığı sürece kira sözleşmesi aynı şartlar ile uzatılmış olur. Türk Borçlar Kanunu’nun kiracıyı korumaya yönelik hükümleri doğrultusunda, kiraya verenin kiracıyı çıkartabilmesi için belirli şartların oluşması gerekir.

Bunun yanında TBK 350. maddesi gereğince Kiraya veren, kira sözleşmesini;
1. Kiralananı kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut ya da işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa,
2. Kiralananın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekli ve bu işler sırasında kiralananın kullanımı imkansız ise, belirli süreli sözleşmelerde sürenin sonunda, belirsiz süreli sözleşmelerde kiraya ilişkin genel hükümlere göre fesih dönemine ve fesih bildirimi için öngörülen sürelere uyularak belirlenecek tarihten başlayarak bir ay içinde açacağı dava ile sona erdirebilir.

TBK 351. maddesinde de;
Kiralananı sonradan edinen kişi, onu kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut veya işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa, edinme tarihinden başlayarak bir ay içinde durumu kiracıya yazılı olarak bildirmek koşuluyla, kira sözleşmesini altı ay sonra açacağı bir davayla sona erdirebilir.Kiralananı sonradan edinen kişi, dilerse gereksinim sebebiyle sözleşmeyi sona erdirme hakkını, sözleşme süresinin bitiminden başlayarak bir ay içinde açacağı dava yoluyla da kullanabilir.

Görüleceği üzere, kiraya verenin kiracıyı (kiracının isteği olmaksızın) taşınmazdan tahliye edebilmesi kanunda ‘’gereksinim’’ başlığı adı altında düzenlenmiş olan ihtiyaç sebebiyle tahliyedir. Kiraya verenin bu yolu seçmesi halinde bir ‘’kiracıyı tahliye davası’’ açması gerekmekte olup, bu davayı açabilmesi için ise bazı şartların varlığı aranmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta bulunmaktadır. Bunlardan ilki ilgili maddede belirtilen kişiler dışındaki herhangi bir kimsenin gereksinimi için tahliye talebinde bulunulmasının söz konusu olamaması; ikincisi ise kiralanan taşınmazın ortaya çıkan ihtiyaç sebebiyle tahliyesinin zorunlu hale gelmesidir. Bu ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olması gerekliliği Yargıtay’ın emsal kararlarında özellikle vurgulanmıştır. Şüphesiz ki bu hususun vurgulanmasının en önemli nedeni kiralayanların suni ihtiyaçlar üreterek kiracıları tahliye etmeye çalışmasıdır. Bu nedenle açılmış olan ihtiyaç sebebi ile tahliye davaları titizlikle incelenmekte ve kiralayanın bu düzenlemeyi kötü niyet ile kendi lehine kullanabilmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

Yukarıda bahsedilen hususu örnekleyecek olursak Yargıtay 6. Hukuk Dairesi bir kararında; ihtiyaç nedeniyle tahliye davası için, kiraya verenin aynı bölgede davaya konu taşınmaza benzer nitelikte başka bir taşınmazının olması sebebiyle kiraya verenin ihtiyacının gerçek, samimi ve zorunlu olmadığını kabul etmiştir. Böylece kiraya verenin kiracıyı tahliye talebi reddedilmiştir.

Bu noktada akıllara kiralayanın ihtiyaç sebebi ile tahliye talep ederken gerçeğe aykırı beyanda bulunması halinde ne olacağı hususu gelebilecektir. Bunun bir çözümü olarak ise karşımıza ‘’yeniden kiralama yasağı’’ çıkmaktadır. Detaylı şekilde açıklayacak olursak; kiraya verenin, kiracıyı gereksinim nedeniyle tahliye etmesi halinde, haklı sebep olmaksızın kiralanan taşınmazı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralaması yasaktır.

Bu yasak, TBK madde 355/1. Maddede; “Kiraya veren, gereksinim amacıyla kiralananın boşaltılmasını sağladığında, haklı sebep olmaksızın, kiralananı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralayamaz.” şeklinde hüküm altına alınmıştır. Bu hükümden anlaşılacağı üzere kiralayanın gerçeğe aykırı bir beyanla kiracıyı taşınmazdan tahliye ettirerek bir başkasına kiralaması mümkün değildir. Aksi halde kiraya veren ihtiyaç nedeniyle tahliye ettirdiği kiracıya ‘’son kira yılında ödenmiş olan bir yıllık kira bedelinden’’ az olmamak üzere bir tazminat ödemekle yükümlü olacaktır.

Bu noktada belirtmek isteriz ki, bu hak davacı kiracıya dava yoluyla sözleşme yapmaya zorlama ve kira bedeli belirlenmesi hakkını vermez. Kiraya verenin ilgili maddeye aykırı davranışları şartları oluşmuş ise kiracı lehine sözleşmenin zorla uygulanması değil, tazminata hükmedilmesi mümkün olabilir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus yeniden kiralama yasağının ihlali sonucunda tazminat davası açılabilmesi için Yargıtay’ın “tahliyeye zorlama” şartını aramakta olmasıdır. Kiraya verenin sadece sözlü olarak ihtiyaç nedeni ile tahliye talep etmesi ve hatta ihtarname göndermiş olması, tazminata hak kazanmak için yeterli sayılmamakta, tahliyeye zorlama şartının ancak mahkeme kararının icraya konması ile sağlanmış olacağı kabul edilmektedir. 3 yıllık süre geçtikten sonra ise kiraya veren herhangi bir kısıtlamaya tabi olmadan taşınmazı bir başkasına kiralayabilecektir.

Yukarıda detaylı olarak izah edildiği üzere kiracının ihtiyaç sebebi ile tahliyesi uygulamada sıklıkla karşılaşılabilen bir durum olup hem kiracı hem de kiralayan açısından doğuracağı sonuçlar oldukça önemlidir. Bu noktada hak kaybına uğranılmaması ve en uygun çözümün bulunması açısından hukuki destek alınması büyük önem arz etmektedir.

Av.MELEK ATALAN & Stj. Av. YAREN ÖZDEMİR

MAL REJİMİ TASFİYESİNDE KİŞİSEL MALLARIN GELİRLERİNİN YERİ

Türk Medeni Kanunu, eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanmasını kabul etmiştir. Kanunun 218. Maddesinde; edinilmiş mallara katılma rejiminin, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel mallarını kapsadığı ifade edilmiştir.

Edinilmiş mal (TMK 219.madde) yer vermek gerekir ise ; her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleri edinilmiş maldır ve bunlara eşlerin çalışmasının karşılığı olan edinimler, sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler, çalışma gücünün kaybı nedeniyle ödenen tazminatlar, kişisel mallarının gelirleri, edinilmiş malların yerine geçen değerler de dahildir.

Kanunda eşlerin kişisel mallarının neler olduğu da ayrıca sayılmıştır. Mal rejiminin tasfiyesi anında, bir malın kişisel mal olduğu ispatlanamazsa bu mal, edinilmiş mal kabul edilir. Buradaki ispat yükü, malın edinilmiş mal olmadığını iddia edene yüklenmiştir.

Bununla birlikte eşler tarafından mal rejimi sözleşmesi ile bunun aksinin kararlaştırılması mümkündür. Ancak ülkemizde, evlilik gibi güzel duygularla yapılan başlangıçlarda, mal rejimi sözleşmesi yapmayı düşünmenin ya da teklif etmenin, evlilik birliğinin devam edeceğine güven duyulmadığı şeklinde yorumlanması bazı çekinceler yaratmaktadır. Bundan dolayı olacak ki, ülkemizde mal rejimi sözleşmesi yaygın bir uygulama değildir. Taraflar arasında mal rejimi sözleşmesi ile aksinin kararlaştırılmadığı durumlarda, 01.01.2022 tarihinden sonra evlilik birliği içinde edinilen malların, edinilmiş mal olduklarının kabulü ile hareket edilmektedir.

Kişisel mal ve edinilmiş malların birbirinden ayrıldığı noktaları kanun açık şekilde belirtmiş iken, TMK 219.maddesinde bir kesişmenin olduğu dikkati çekmektedir.

TMK 219. maddesinin ikinci fıkrasına göre: “Bir eşin edinilmiş malları özellikle şunlardır:

  1. Çalışmasının karşılığı olan edinimler,
  2. Sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler,
  3. Çalışma gücünün kaybı nedeniyle ödenen tazminatlar,
  4. Kişisel mallarının gelirleri,
  5. Edinilmiş malların yerine geçen değerler.”

Maddede yer alan kişisel malların gelirleri ifadesi esasında, kişisel mal ve edinilmiş mallar arasında bir kesişme alanı yaratmaktadır. Bu noktada kişisel mal olmasına rağmen, bu malın gelirinin nasıl edinilmiş mal olduğuna dair eleştirilerle karşılaşılmaktadır. Genellikle konuya ilişkin olarak “kişisel mal” ifadesinin yer aldığı bir talebin edinilmiş mallara nasıl dahil olduğu sorulmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, kişisel mallar edinilmiş mal olmama statülerini korumakla birlikte, evlilik birliğine katkı sağlayan kazanımlar getirmekte iseler, bu kazanımlar kişisel malın kendisi ya da bir parçası değil, bundan tamamen bağımsız olarak edinilmiş malın kendisi olarak kabul edilmektedirler. Kanımızca bu noktada kanun koyucu; katılma alacağının kanundan kaynaklanması nedeniyle, bu alacak bakımından, talepte bulunan eşin çalışıp çalışmamasının veya herhangi bir katkıda bulunup bulunmamasının bir öneminin de bulunmadığı kanaati ile değerlendirme yapmaktadır. Evlilik birliği içinde sunulan her türlü emek ve mesai karşılığının, taraflar için ortak kazanımlar yarattığı bakış açısı ile, kişisel malın getireceği kazanımı da bu emek ve mesainin bir parçası olarak görülmektedir. Örneğin bir araziden mahsül almak, kira ilişkisi kurmak ve sürdürmek, bankada yatırım yolu ile faiz geliri elde etmek için ortaya konulacak emek ve mesai, evliliğin içerisinde gerçekleşeceğinden, bu getirinin evliliğe dair olması gerektiği kanaati yaratmaktadır.

Bu sebeple, evlilik birliğinden önce edinilmiş bir taşınmazın kişisel mal olduğu tartışmadan uzak ise de, evlilik birliği içerisinde bu evden elde edilen kiralar ile alınan başka bir evin ya da banka hesabında oluşan birikimin artık kişisel mal değil, edinilmiş mal olduğunu söylemek gerekmektedir. Yine aynı şekilde, eşe miras yoluyla geçen bir tarladan her dönem elde edilen mahsulün geliri veya bu gelir ile elde edilen bir mal da yine edinilmiş mal olarak kabul edilecektir. Emsal kararlarda da, kişisel mal ile bu mallardan elde edilen gelirlerin arasındaki fark net olarak görülmektedir.

Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin vermiş olduğu emsal bir kararında: “…Mersin’deki 538 parselde 2 numaralı mesken ise 21.06.2005 tarihinde satın alınmış, boşanma dava tarihi öncesinde 21.06.2005 tarihinde dava dışı gerçek kişiye satılarak devredilmiştir…vekili tarafından alımda kadının maaş ve döner sermaye ödemelerinin yatırıldığı bankadaki para, kira gelirlerinin…’nda değerlendirilmesi ile elde edilen miktardan karşılandığı iddia edilmiş ise de 01.01.2002 sonrası itibariyle iddiada yer alan bu gelirlerin TMK’nun 219.maddesi gereği edinilmiş mal oldukları açıktır…”

Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin vermiş olduğu emsal bir kararında: “…5.000,00 TL’nin vekil edeni tarafından İmar Bankasında değerlendirilen para olup … kişisel malların gelirleri de edinilmiş mal sayıldığından, değerlendirilen paranın getirisi de bu nedenle edinilmiş mal olup, hesaplamada göz önünde bulundurulması gerekmektedir…”

Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin vermiş olduğu emsal bir kararında: “…Davalı adına kayıtlı olan işyeri, taraflar arasında mal ayrılığının geçerli olduğu dönemde alınmış olup, bu işyeri edinilmiş mallara katılma rejiminde davalının kişisel malıdır. Bu işyerinin 1.1.2002′den sonraki geliri ise edinilmiş maldır ( TMK.219/3 )…”

Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin vermiş olduğu emsal bir kararında: “…kadının hissedarı olduğu şirketten dağıtılmamış kâr payından kadına düşen ve katılma alacağı hesabına konu miktarın 102.695 TL. ve yarısının 51.347,50 TL olduğu … katılma alacağı bulunduğu görülmektedir….”

Gerek kanun hükmü gerek ise emsal kararlarda görüleceği üzere, evlilik birliği içinde kişisel mal olarak var olmuş veya halen var olan malların getirilerinin, kişisel maldan bağımsız bir şekilde edinilmiş mal olduklarını önemle belirtmek gerekmektedir. Bu sebeple tasfiye sürecinde sürprizlerle karşılaşmamak ve haklarını doğru belirlemek isteyen tarafların  hukuki destek almasında fayda vardır.

Av.MELEK ATALAN